Türkçe yazılmış olduğu için okurken gurur duydum. Sadece iki dile, Fransızca ve Almanca, çevrilmiş olduğu için üzüldüm. “Ölmeden Önce Okunması Gereken 1001 Kitap” listesinde beşinci Türk yazarın neden Sabahattin Ali olmadığını, dünya klasikleri arasında yerini çoktan almış olması gerektiğini düşündüm. Bunun birçok sebebi var elbette. En baş sebeplerden biri yazarın yaşamının hiç de kolay geçmemiş olması. En basitinden Vikipedi’de okurken bile Sabahattin Ali’nin hayatı yoruyor insanı. Aslına bakılacak olursa bu durum, aynı zaman dilimini paylaştığı diğer okur-yazar, düşünürlerden farklı değil. Kendi sözleriyle şöyle özetlenebilir belki de:

“Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi”.

Ben Kürk Mantolu Madonna’yı okurken, bu romanda anlatılan ruhlardaki boşluğun Sabahattin Ali’nin ruhunda ne kadar yer kapladığını ister istemez merak ettim. Bu metin, yazarın bir bakıma üçüncü kitabında kendini, içinde bulunduğu koşulları, ‘koşullar böyle olmasaydı aslında böyle olurdu’yu farklı bir açıdan bir aşk ilişkisi üzerinden sorgulaması. Metnin özü çünkü, “Aslında hiçbir şey göründüğü gibi olmayabilir” olduğuna göre böyle düşünmüş olabileceği çok da uzak bir ihtimal gibi görünmedi bana.

Yazarın seçtiği anlatıcı bana çok yakın geldi. İlk bölümdeki anlatıcının kendisi de baş kahraman Raif Efendi ile çok paralellik gösteren özelliklere sahip. Bir kere ikisi de hayata tutunamamış, tutunmak istememiş insanlar. İlk bölümü anlatıcının adını bile bilmeden okuyoruz. Anlatıcı bir otel odasında, odayı yapı olarak kendisinden çok farklı olduğunu hissettğimiz biri ile paylaşıyor. Anlatının büyük bir kısmının geçtiği Berlin’de de Raif Efendi’nin ikametgahı farklı farklı insanların yaşadığı bir pansiyon. Her ikisi için de geceleri üstlerini örten çatı her an, kuvvetli bir rüzgarda uçup gidecek gibi duruyor. Keza sonrasında Raif Efendi’nin Ankara’da yaşadığı ev de şehrin merkezine uzaklığının yanı sıra içiyle ve dışıyla bir yuva olmaktan öyle uzak ki, gözümün önünde ancak silueti silik hatlarla çizilebildi. Raif Efendi’nin hastalığı sırasında yattığı yatakhane misali oda hayalimde canlandı da kapısının gerçek bir kapı olup olmadığı konusunda ciddi bir tereddüt oluştu kafamda.

Bu kitapta iki kaybetmeye muktedir insanın bir tabloya hayranlıkla başlayıp, imkansız gibi görünen bir aşkta yollarını bulmaya çalışmalarının destanını okudum.. Bir süre sayfalarda onların aşklarının gerçekliğine inanamaz ilerlerken, her an şimdi ne olacak diye bekledim. Tamamı 160 sayfalık bu hikayede beklediğim kara bulutların tepede dolaşması gecikmedi.

Kimilerini kolaylıkla ağlatabilecek kadar incelikli bir hikaye bu. Hikayenin sonu bağlanırken Raif Efendi’yle Frau Döppke’nin Ankara’da sokakta karşılaşması her ne kadar zorlama olsa da rahatsız etmedi beni. Bitişteki bu sayfalara geldiğimde bize sunulmuş olunan okuma şöleninden dolayı yazara öyle minnetardım ki, gerçekçi Türk Romanı’nın en özgün örneklerinden birini daha önce başka bir eserinde vermiş olmasına karşın burada bu karşılaşmanın gerçek dışılığını fazla eşelemek istemedim. Hatta bu karşılaşma ve sonu, Raif Efendi’nin geçmişte kalan on yıllık kırık aşk hikayesini kafasında böyle neticelendirmek için  kurmuş olabileceğini düşündüm. Sonuçta hiçbirşey göründüğü gibi olmayabilir, değil mi?