Etiketler

,


Cafe La Clemence

Uçak havaalanına inerken o muhteşem fıskiyeyi gördüm. Her ne kadar Google’a ‘Cenevre’ yazıldığında açılan tüm fotoğraflarda şehrin simgesi olarak var olsa da benim kafamdaki Cenevre resimlerinde fıskiye yoktu, çünkü benim kafamdaki Cenevre Lawrence Durrell’ın Avignon Beşlisi’nin baş kahramanı Constance’ın yaşadığı Cenevre idi. Leman Gölü’nün etrafında huzurlu bir yürüyüşü planlayarak binmiştim uçağa. Yürüyecek ve Constance’ı, Affad’ı, elbette karizmatik kadınlar kraliçesi Sabine’i düşünecektim. Arada duracak, Leman Gölü’nde yüzen kuğu ve ördeklere bakacak, Lawrence Durrell’ın da Constance ile Affad’ın bastığım yerlere basmış olduğunu kurguladığını düşünecektim.

Cenevre, dünyadaki neredeyse her ulustan insanın yaşadığı bir şehir. Şehrin sınırları içinde nelerin yer aldığını düşündüğümde ilk aklıma gelenler İsviçre bankalarının genel merkezleri, Birleşmiş Milletler, Dünya Sağlık Örgütü oluyor. Şehrin her tarafından lüks akıyor. Mağaza vitrinlerinde ömrüm boyunca sahip olamayacağım mücevherleri, eşarpları, Mont Blanc kalem ve defterleri görüyorum. En ucuz modellerden bir kalem edinmeyi koyuyorum kafama.

Geliş sebebim iş. Sokaklarda geçirebildiğimiz vakit az. Toplantıdan kaçtığımız bir gün bir arkadaşımla eski şehre yürüyoruz. Önceden kararlaştırdığımız bir yere gidiyoruz. Arkadaşımın Cenevre’ye gelmeden önce öğrendiği, ‘mutlaka gitmeliyiz’ dediğimiz bir yer burası. Cafe La Clemence. İçeri girince ne kadar küçük olduğunu görüyoruz. Bazı top ten listelere nasıl girdiğine hayret ediyoruz. Eylül ayında bir gündeyiz ve hava biraz serin. İçerisi zaten dar, dışarıda, o meşhur terasta oturmaya karar veriyoruz. Hemen kapının kenarında bir masaya, ikimiz de sırtımızı cama vererek, neredeyse yan yana oturuyoruz. Garson menü getiriyor. Akşamüstü saatleri. Hafif bir şeyler yemeye karar veriyoruz. Birer  Croque Monsieurve birer kadeh Rose D’Anjou söylüyoruz. Masalar tenha. Yaz gecelerinin kalabalığı yok. Birkaç masada tek başına oturanlar var. Arkadaşımın telefonu çalıyor, erkek arkadaşıyla konuşmaya dalıyor. Garson sandviçlerimizi getiriyor. Şaraplarımızı masaya koyuyor. Açım ama sıcacık sandviçimden ısırmadan şarabımdan bir yudum alıyorum. Çok hafif, çok uçucu şarabımı olabildiğince yavaş yutuyorum. Keşke, diyorum, Necat da burada olsaydı. İnsanlar, turistler ağır adımlarla geçiyorlar meydandan. Karşımdaki taş binalara bakıyorum. Birbirlerine sırtını vermiş, eskiliklerini gururla taşıyan, görüp geçirdikleri yılların ışıltısıyla parlayan bu binaların içinde kimlerin yaşadığını, yaşamış olduğunu merak ediyorum. Geçmişte, Calvinism’in merkezinde, St.Pierre Katedrali’ne doğru yürüyen dört reformistin ayak seslerini duyuyorum.  

Arkadaşım telefonunu kapatıyor. Birer kadeh daha Rose D’Anjou içiyoruz. Garson biz çağırmadan yanımıza geliyor. Bir şey istemediğimizi söylüyoruz. Hesabı bırakıyor masaya. Gitmeli miyiz, bilemiyoruz. Hava karamaya başlıyor. Saatimize bakıyoruz. Akşam yemeği için diğerleriyle buluşma saatimiz yaklaşmış. İstemeyerek kalkıyoruz, otele doğru yola koyuluyoruz.