Prag’dayım ama size biraz hazırdan yiyerek Kopenhag’ı anlatacağım.
İki gidişimde hava çok soğuktu. Biri Eylül’deydi, diğeri Mayıs’ta. Hatta Mayıs’ta giderken orada iki yıl kadar yaşamış birine sorduğumuzda havanın acayip sıcak olabileceğini söylemişti. Lakin deli soğuktu. Bu yıl olsa, hiç doğru dürüst mont giymediğim için, gayet hazırlıksız yakalanabilirdim ama Allah’tan yanımda bir tane götürmeyi akıl etmiştim.
Düşününce ilk aklıma gelenler… Stroget diye bir cadde var şehrin merkezinde. Uzun bir cadde.
İleride sağda H&M mağazası var. H&M’i geçince de küçük bir meydan geliyor.
Burada bazen insanlar müzik yapıyor. Etrafta büfeler var. Kocaman plastik bardaklarla bira alıp içiyorsunuz, vs.
Stroget’e girmeden büyük bir meydandan geçiyorsunuz, sağınızda görkemli bir Belediye Binası var.
Belediye binası’ndan önce de Hans Christian Andersen’in devasa heykelini görebilirsiniz. Beni şehirde en çok en çok etkileyen şeylerden biri bu heykel oldu diyebilirim. Komik biliyorum ama ilk gördüğümde fanı olduğum bir popstar’ın heykelini görmüş gibi olmuştum.
Lütfen parazit yapıp denizkızını sormayın, adı üstünde denizkızı, ben şurada şehri anlatıyorum, denizkızının şehrin göbeğinde ne işi olabilir yahu?
Bu girizgahtan sonra asıl anlatmak istediğim konuya, TIVOLI’ye, gelebilirim ama onu yarına bırakıyorum. Her zaman yemek yerken de yaptığım gibi en güzel kısmını sonraya saklıyorum.
(Biraz şişirme oldu ama n’apalım. İnternet bizim zengin ülkemizdeki gibi beleş değil otellerde. Saati dünya para. Ben vermiyorum ama içimdeki çocukluktan kalma bir israf karşıtı böcük rahat hareket ememi engelliyor. Bu arada Prag’a geleli 20 saati geçti daha bir şey göremedim. Bazen hiçbir şey göremeden, sadece oteli görüp geldiğimiz, sanki Sapanca’da bir toplantıya filan katılmışız gibi hisettiğimiz oluyor. Umarım öyle olmaz)