Etiketler
Prag’a giderken, toplantı programının yoğunluğunu az çok bildiğim için, bu seyahatin turistik açıdan çok şey vaat etmediğinin farkındaydım. Bu yüzden mümkün olduğunca hayal kurmamaya çalıştım. Bazı arkadaşların Kukla tiyatrolu, Caz kulüplü iyi yolculuklar temennilerine mümkün olduğunca kulaklarımı tıkamaya çalıştım ama ilk kez Prag’a gidiyor olmamdan ötürü yine de içimde bir ümit vardı.
Otele giriş yapıp da batchleri elimize aldığımızda, içinden çıkan programdan açık ve seçik olarak görünen şuydu ki, hayallerimizin onda birinin bile gerçekleşmesinin mümkünatı yoktu. Dört Prag gününün üçü otelde, sabah 08:30-18:30 toplantı halinde geçti. Sonuç olarak iş açısından ultra süper verimliydi. İkinci gün, bir ara, bir arkadaşla birlikte bir bahaneyle şehre yürümeyi başardık. Yol üstünde kuklalar ve tahta oyuncaklar satan oyuncakçıya kısaca uğradık. Bir başka gün daha uzun zaman ayırma ümidi ile fazla oyalanmadan meydana doğru yola koyulduk. Meydana vardığımızda, saat 11:30 idi. Astronomische Clock’un tam karşısında bir kafeye konuçlandık ve saatin 12:00 olmasını beklemeye koyulduk. Bu arada arkadaşım bilgisayarı açmıştı ve bir taraftan da bahanemizin gereği iş yapıyorduk. Yarım saat içinde yüzlerce insan, tursit geldi, gitti. Bir gelinle damat geldi, fotoğraf çektirdiler. Saatin 12:00’yi vurması ile saatin üzerindeki kapılar açıldı ve azizler huşu içinde dönmeye başladılar.
Üçüncü gün akşam, tüm grup birlikte yemeğe giderken artık Charles Bridge’in değil üzerinde yürüme, köprüyü uzaktan görme umudum git gide tükenmeye başlamıştı. Restoranda boş bir yer bulup oturduğumda gözlerime inanamadım. Charles Bridge karşımdaydı. Hem de öyle güzel ışıklandırılmıştı ki, büyüleyici, nefes kesici görünüyordu. Yemekten sonra arkadaşlardan biri yürüyerek otele döneceğini söyledi. Ayağımda günden kalan topuklu ayakkabılar vardı ve öyle yorgundum ki, otobüse binip otele geri döndüm. Kafama koymuştum, ertesi sabah erken kalkacak, toplantılar başlamadan şehirde birkaç saat yürüyecektim.
Ertesi sabah, erkenden kahvaltı ettikten sonra, spor ayakkabılarımı da giydim. Concierge’den bir şehir haritası aldım. Bir arkadaşımla birlikte sabahın sessizliğinde ve sakinliğinde, şehrin tüm dokusunu soğuğuyla birlikte hissederek yürümeye koyulduk. Oyuncakçı, biz önünden geçerken henüz açılmamıştı. Şükür ki, dün şehre inen birilerine sipariş edip Defidek’e el kuklalarından aldırtmıştım. Tahta oyuncaklardan alamadığıma üzüldüm. Bu sefer saat meydanı bomboştu. Bir ara Karlova’ya geldiğmizde ne yöne yürüyeceğimizi şaşırdık ama içgüdülerimizin ve haritamızın yardımıyla yönümüz bulduk. Charles Bridge’e vardığımızda köprüde bizim gibi az sayıda erkenci turist vardı, seyyar tezgahlar yeni yeni açılıyordu. Sağlı sollu köprüyü süsleyen heykellere bakarak yürüdükçe, içimden keşke dün gece ışıklar altındayken de köprüden yürüseydim, kimbilir o zaman bu yapıtlar ne muhteşem görünüyor olacaktı, diye geçirdim. Şehrin diğer tarafında, yani eski şehirde Kafka Müzesi’ne doğru devam ettik. Daha önce buraya gelmiş olan arkadaşım içeride çok fazla bir şey olmadığı konusunda uyardı beni. Bilet almak için girdiğimiz Museum Shop’un içeriği o kadar zengindi ki ben yine de ister istemez beklentilerimi, hele bir de sözkonusu Kafka olunca, sınırlandıramadım. Müzenin içinde çok tatlı, yaşlı bir teyze karşıladı bizi. Önümüzde bir grup vardı, bizi onların kalabalığından önce içeri soktu. Tam turistlere yönelik olarak tasarlanmış olan müze, arkadaşımın dediğine göre, eskiye kıyasla bayağı geliştirilmiş ve içerik açısından zenginleştirilmişti. Öyle bir tasarlanmıştı ki, müze içi tur Kafka’nın doğduğu evle başlıyor, okullar, okul kayıtları, diplomaları, günlerini geçirdiği işyeri, arkadaşlarıyla buluştuğu kafeler, kitaplarının ilk baskılar, mektupları, hastalığı, hastalığı yüzünden aldığı raporlar ve işyerine verdiği dilekçeler, sevgili kadınları Felice ve Milena ve sonunda hastalığının son safhası ve ölüm ilanı ile bitiyordu. Sonrasında Dava, Amerika ve diğer eserlerine uygun tasarlanmış dekorlar içinde bu yapıtlarıyla ilgili anıların eşliğinde çıktık müzeden. Kafka babasına ne kadar çok mektup yazmıştı. Kızmalı mıydık o babaya, yoksa o tuhaf ruh halinin eseri bize Kafka’yı hediye ettiği için minnettar mı olmalıydık, karar veremedim. Elimdeki Museum Shop’tan aldıklarımı koyduğum poşetteki “Kafka’s Prague” kitabı ve Kafka kupası daha bir ağırlaşmış gibi geldi bana. Bir daha Prag’a gelmek şart olmuştu. Gelmeden önce kitabı okuyacak ve Kafka’nın ruhunu bir dahaki sefere onun yaşadığı yerleri ziyaret ederken daha iyi bir hissedecektim. Hatta, nispeten çocukken okuduğum, Kafka eserlerini mümkünü olursa bir daha okuyacaktım.
Çıkışta bir hediyelik eşya dükkanından oğluma siyah bir Prague t-shirt’ü aldım.
Akşamüstü havaalanında küçük bir dükkanda da tahta oyuncakların satıldığını görünce sevinçle hemen Defidek’e tekerlekli, çekince önündeki davulu çalan bir köpek aldım. Artık dönebilirdim.