Etiketler

, , , , , , , , ,


“Kaybetmek,” beraberinde “aramayı” da getiren bir fiildir. Kaybedilenlerin niteliği ve niceliği çeşitli olabilir. Kayıp somut veya soyut da olabilir. Dilimizde birisinin ölmesinden de “kaybetmek” ile bahsedilir. Ölen hayatını, biz ise onu kaybetmişizdir. Burada da en azından bizim tarafımızdan kural bozulmaz. Ölenin varlığını ararız. Bir süre sonra yavaş yavaş yokluğuna alışır ve yaşamaya devam ederiz.

“Kaybeden” ise bir sıfattır. Bizim dilimize başka bir dilden girmiş ve kullanım sırasında yüklenen anlamlarla bence biraz da kapsamı değişmiştir. ‘90lı yıllarda başka şey ifade ederken artık bambaşka şeyler ifade etmektedir. Kendimden örnek vereyim. Lisede okurken de, üniversitede okurken de ‘kaybeden’ olmakla yakından uzaktan ilgim alakam yoktu. Bulduğu her fırsatta kitap okuyan (ki bu hala değişmedi), ders notları ortalamanın üzerinde, anne-babasının sözünden çıkmayan biri idim. Öyle ki arkadaşlarımla ilk sinemaya gidişim üniversitenin son dönemine rastlar. Bu özelliklerle kendimi şimdinin gençliğinin içine koyduğumda ise alacağım sıfat basit bir ‘loser’ (=kaybeden) olsa sevinirdim herhalde. ‘Double loser’ (=çifte kaybeden) bile demeye tenezzül etmeyip, benim için ‘triple loser’ diye bir terim bile icat ederlerdi.

“Kaybedenler Kulübü” bir jenerasyonun iyi bildiği bir radyo programıydı. Başlangıçta, filmde de söylendiği üzere, birbirinin muhabbetinden hoşlanan iki arkadaşın bir taraftan bira veya viski içip, mikrofon önünde konuşmalarından ve bazen de hiç konuşmamalarından ibaretti. Sonra sonra kendi kitlesini oluşturdu, ev kızından taksi şöförüne, filozofundan terzisine dileyicileri oldu. Kaan ve Mete yaşamda her şeyin seks için olduğunu söyleyebilen cesur insanlardı. Bu yüzden bazıları sevdi onları, bazıları nefret etti ,bazıları ise tehdit etti.

Ben dinlemesine dinlerdim de hiç kaçırmayan dinleyicilerden değildim. Sebebi büyük ihtimal yukarıda anlattığım üzere kaybetmemeye programlanmış bir gençlik yaşıyor olmam olabilirdi. Bir sebep de Kaan ve Mete’yi gereğinden fazla trip adamı bulmamdı, sanırım. “Kaybedenler Kulübü” nün zirve yaptığı zamanlarda ise hayatımın keskin dönemeçlerinden birini almaya çabalıyordum.

Filmi izlerken, arada programı dinlediğimde bazen çok eğlendiğimi, bazen de çok sıkıldığımı hatırladım. Eski günleri hatırlamak, Kadıköy sokaklarında dolaşmak iyi geldi. Programı dinleyenlerin kendilerini, tüm aykırılıklarına rağmen Kaan ve Mete ile özdeşleştirmeleri çok güzel aktarılmıştı. Kaan’ın kendi ilkeleri doğrultusunda bir yaşam tarzı seçip, kazanmayı, bir şeylere sahip olmayı reddetmesi, kimsenin okumayacağı kitaplar basıp, başlangıçta kimsenin dinlemediği bir radyo programı yapması ve sonra bunların tam tersi, kısa ifade ile “olabildiğince düzgün” bir kıza aşık olması, kız terk edip gittiğinde onu özlemesi ise kimsenin “kaybetmeyi” istemediğinin  göstergesi idi bence.

Film boyunca o kadar çok bira içildi ki, çok canımız çekti. Keşke arada Alaska – Frigo yerine şişe Efes satsalardı. Çıkışta içsek dedik, vazgeçtik.

Filmi izlediğimiz salonu feci yanlış seçmişiz. Filmin ruhuna ultra aykırı bir yerde Caddebostan CKM, AFM sinemasında seyrettik. Bize uyan saatte, eve en yakın yer orasıydı. En baba alternatifimiz de matah bir yer değildi, Palladium’du. Öyle yanlış bir seçimdi ki, salondaki izleyici çoğunluğu muhtemelen film son günlerde konuşulduğu için gelmişti ve filmi anlamadılar. Salondan çıkarken aklıma takıldı, kimdi gerçek kaybeden? Benim gözümde, yanımızda oturup film boyunca cep telefonundan tweet atan Cadde kızıydı. Onun gözünde ise, beni tanısa, büyük ihtimalle bendim. Belki de bu böyle,  ne kazananın ne de kaybedenin olmadığı bir oyundu.

Eve dönüşte Bostancı’dan birer çeyrek kokoreç ile evdeki biralara takviye aldık. İkiye kadar oturup filmi konuştuk. DVD’si çıksa da evde seyredip doya doya muhabbetini yapsak, dedik.