Etiketler
emo çocuk, Ermeni babaanne, ikinci dünya savaşı, istanbul üniversitesi, Kırım Türkleri, mavi alay, Nazi, pera palas, serenad, struma, yahudi bilimadamları, zülfü livaneli
Seksen dört yaşında Alman asıllı, Amerikan vatandaşı bir hukukçu aradan geçen on yıllar sonra İstanbul’a, İstanbul Üniversitesi’nin davetlisi olarak gelir. Bu adamın adı Maximillian Wagner’dir. Romanın ilerleyen kısımlarında bir süre sonra ona “Max” demeye başlarız. Davet aslında bahanedir, Max geçmişte kalmış bir hesabı halletmek üzere gelmiştir. Ona bu ziyaretinde İstanbul Üniversitesi’nin Halkla İlişkile Sorumlusu Bayan Maya Duran eşlik eder.
Konu aslında ilginç. İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilerin yaşadıkları Nazi zulmü, Bu zulümden kaçıp Türkiye’ye gelen ve İstanbul Üniversitesi’nde kendilerine yer bulan akademisyenler, Struma gemisi, Mavi Alay olayı, bir keman, bir emo çocuk, bir borsacı, sümsük eski koca, sert subay ağabey, kötü kaypak şöför, iyi şöför, Pera Palas, gizli servis, ajan hikayesi, doktor Filiz, vs…Liste uzar gider. İçinde çok şeyin anlatıldığı ama hiçbirinin fazla derinlik kazanamadığı bir anlatının içinde buluyor okur kendini. Kuşkusuz ortalama okuyucu sevecek, ortalamanın altı okuyucu ise karşılaştığı karmaşadan etkilenecektir. Pera Palas demişken, aklıma geldi, söylemeden geçmeyeyim, her ne kadar Max o otelde kalırken, Pera Palas’taki o antika asansör kullanılıyor gibi yazıldıysa da, o asansörü otelin konukları ne yazık ki kullanamıyor. Belki de Max’e ya da yazara kıyak yapılmıştır, bilemem.
Ana karakter Maya’ya bir türlü ısınamadım. Elli sayfa, yüz sayfa, iki yüz sayfa geçti neredeyse, Maya ile çok çabalamama karşın bir türlü bir bağ kuramadım. Bu sebepten olsa gerek defalarca kitabı bırakıp bırakmama konusunda kararsız kaldım. Sonra çözdüm, olayı. Tipik bir erkek yazarın, kadın karakter yaratamaması, yaratsa bile onu kendi ağzından anlatabilecek kadar tanımamış olması ile karşı karşıyaydım. Yazar Maya olamadığı için, Maya kendisini, kendisine dışarıdan bakan bir kişiymiş gibi anlatıyordu. Bir süre sonra bu durumun okuyucuya verdiği rahatsızlık dayanılmaz bir hal alıyordu. Yazar Maya’yı bir kadın olarak hissedemediği için doğaldır ki bir anne olarak da hissedememişti. Maya istediği kadar şefkat göstermeye, oğluyla iletişim kurmaya çalışsın, bir türlü olmuyordu. Anne ile oğlu arasındaki o çok özel ilişki kurulamamıştı ya da yazar bu ilişkiyi unutalı çok uzun zaman olmuştu.
Maya’nın eski kocası için hakarete varan nitelemeleri de aklı başında hiçbir kadın, o adamla bir gün bile geçirmiş olsa, kendine özsaygısından dile getirmezdi (Belki de Maya kendisine özsaygısı olmayan bir karakter olarak yaratılmıştı). Eski koca Ahmet’in olumsuz özellikleri her sıralanmaya başlandığında içimden yükselen bir sesin “Bre kadın, o adamla evlenip çocuk yaparken aklın neredeydi? Hiç mi sarılıp yatmadın bu adama?” diye sormaya başlamasına engel olamadım.
Bir başka takıldığım nokta da Maya’nın fırsatını bulsa, neredeyse sokağın ortasında bile sıcak bir duş almasıydı. Kitabın sonlarına doğru yazar, bir şekilde bize bunun farkında olduğunu söylese de ben oraya gelene kadar her sıcak duş lafı geçtiğinde yıldız koymaktan çoktan sıkılıp bırakmıştım.
Maya’nın fiziksel özellikleri hakkında hiçbir fikir edinmeden bitiyor kitap. Söylemezsem haksızlık olur, Maya’nın memeleri anlaşılan güzel, çünkü üniversitenin genel sekreteri ne zaman karşılaşacak olsalar gözlerini Maya’nın memelerinden alamıyor.
Olayların Maya’nın ağzından aktarıldığını söylemiştim. Maya bize parça parça yazdıklarını kesip-yapıştırarak anlatıyor. Bu yüzden aralarda fazladan yapıştırılmış yerler görüyoruz. Mesela bir paragrafın bir kısmı ikinci kez tekrarlanıyor. Bu durumun anlatıda samimiyet yaratacağı, okura ilginç geleceği düşünülmüş olabilir ama bu kısımlar insana okurken direkt dizgi hatasıymış gibi geliyor. Her ne kadar acemi, amatör bir ruhun eseri olsa da elimize 27 TL’lik bir kitap olarak geliyorsa (bu haftasonu D&R’da 23 TL’ye düştüğünü gördüm), kimse okumamış mı bunu, diye sordurmamalıydı.
Yazarın bu kitabın başka dillere çevrileceğini düşündüğünü sürekli hissediyoruz. Zaman zaman bir öğreten insana ait araya girişlerde ülkemiz, adetlerimiz, turistik yörelerimiz hakkında rehbervari anlatışlar insanı bir süre sonra boğmaya başlıyor. Beni en koparan kısım internette arama motorlarının nasıl kullanılacağına dair ders verildiği paragraftı. Okur, acaba bundan sonraki kitaplarını başka nadide yazarlarımız gibi direkt İngilizce yazar mı, diye düşünüyor. İngilizcesi iyiyse neden olmasın? Madem ülkesinden önce başka dillerde okunma kaygısı taşıyor, bence öyle yapsın. İster istemez İngilizce çevirisi hazır olduğunu hissediyoruz. Diyeceğim şudur ki, yazar başka dillerde satma, pardon okunma, kaygısı taşıyorsa bazı ayrıntılara dikkat etsin, mesela devlete ait hastanelerde, bunlar üniversite hastanesi bile olsa, hastalara Amerikan dizilerinde, Allah düşürmesin bir de en üst düzeyde özel hastanelerde, gördüğümüz hasta önlüklerinin giydirilmediğini, hala erkek hastaların ekseriya çubuklu pijama, kadın hastaların ise allı, güllü gecelik veya pijama giydiklerini, koridorlarda dolaşırken ayaklarına hastane kantininde satılan adi Ceyo Sabo taklidi terlikler geçirdiklerini yazsaydı daha oryantal dururdu, daha fazla ilgi çekerdi.
Hakkını yemeyeyim, Max-Nadia hikayesinin anlatıldığı kısım en iyisi idi. Keşke, bu hikayeyi daha iyi kullanabilseymiş yazar. Anlatım sırasında bazı yerlerde zaman zaman belgesel metni okur gibi oluyoruz ama sanırım bu da kes – yapıştır tekniğinin hikmeti. Nadia’yı böyle güzel anlatabildiğine göre neden Maya’yı anlatmak istememiş anlayamadım. Bir de yazar, bu kitap için sıkı araştırma yapmış. Bunu da söylemek gerek.
Bir de Mavi Alay olayı var. Struma’nın yanında ona da haksızlık yapılmış. Sırf anlatılmış olmak için anlatılmış ve sırıtmış. Okur Struma kadar hissetmiyor Mavi Alay olayını. Benzer durum babaannenin Ermeni, anneannenin Kırım Türkü olmasında var. Yazar babaanneyi Ermeni yapmış, Mavi Alay olayını anlatmak için de anneannenin Krım Türkü olması gerekmiş. Bu da feci zorlama olmuş. Babaannenin Ermeni’liği ve Ermeni’likten dönmesi ise geçmişte şaibeli olan, konuşulmayan, konuşulması istenmeyenlerden laf açılacakken girizgah olsun , bu konuya değinilmeden geçilmesin diye konmuş.
İyi bir şey söylemek için değil, samimiyetimle dile getiriyorum ki, bu kitap, en azından okurları için Struma’nın her nasıl olursa olsun, bir şekilde öğrenilmesini, belki de meraklılar tarafından araştırılmasını sağlayacak.
Daha yazacak o kadar çok şey var ki… Ancak şu hali ile bence yeterince uzun ve umutsuz bir yazı oldu.
Tereddütsüz hızlı okuma tekniği uygulanabilir. Aksi halde iyi okurların teknik nedenlerden ötürü dayanamayıp bırakması çok muhtemel. Demek oluyor ki, yazarla geçtiğimiz haftalarda yüksek tirajlı bir gazetenin, yaptığı röportajlarla ünlü pervasız gazetecisinin yazarla yaptığı röportajda belirttiği gibi kitaba hayranlığını yorumlayacak olursak, gazeteci hanım en iyi ihtimalle ortalama bir okurmuş. Aslında o röportadan da, röportajdaki fotoğraflardan da işin reklam kısmı çok bağırıyordu.
Kolay okunan bir kitap. Benden söylemesi, reklamın kurbanı olmayın, eğer daha önce okumadıysanız Leyla’nın Evi ve Mutluluğu okuyun. Onlar daha iyiydi.