Etiketler
balkonlu restoranlar, koru, pendik, pendik burnu, pendik iskelesi, pendik marian
Zor bir haftanın ardından gelen bir haftasonuydu. Yapılacak çok iş vardı. Listenin başındaki birinci madde Yemekli Öyküler’in yayınevinden gelen düzeltmelerinin gözden geçirilmesiydi.
Cumartesi Pendik’e, anneaneme gittim. Her ne kadar anneannem öldüyse ve artık o evde teyzemle dayım yaşıyorsa da sonuçta orası anneannemin evi. Kemal ne zamandır birilerine yatıya gitmek istiyordu, ben de bizim Bey’in kongreye gitmesini fırsat bildim.
Uzun zamandır gerek annemden, gerek ailenin Pendik’te yaşayan diğer bireylerinden Marina’yı duyuyordum. Bu haftasonu görmek bana da kısmet oldu. Ben eski doku bozulduğu, çocukluğumun sahili tahrip edildiği için çok önyargılı idim.
Haklıydım, artık çocukluğumun sahili yoktu. Yazın insanların piyasa yaptığı, Yat Kulüp’ten başlayıp Anıt’tan sonraki çay bahçesinde biten geziboyu ortadan kalkmıştı. İskele çevresinde, yıldızlı Haziran geceleri ile birlikte müşterilerini denize uzanan tahta balkonlarda ağırlayan restoranlar da artık yoktu. Elbet hepsi bir anda yok olmamıştı. Zaman içinde, Anadolu Yakası Sahilyolu’nun yapımıyla başlayan bir yok oluştu.
Halk, Marmara Denizi’nden ümidini çoktan kesmişti. Çocukken evimizin iki sokak altından girdiğimiz deniz, bir zamanlar çok kötü günler geçirmiş, şükür sonra temizlenmişti. Denizin üstünün korkunç bir tabakayla kaplandığı günleri düşününce insan, Marina’nın daha az zarar vermesini umut ediyor. Her şeye rağmen Marina çok güzel olmuş, Pendik’e ayrı bir hava katmış. Marina’daki mağazalar, restoran ve kafeler çok güzeldi. İnsanlar kanepelere, minderler yayılmış, masalara oturmuş, havanın hafif ısıran soğuğunu kırmaya çalışan güneşin altında yemek yiyor, çay-kahve içiyorlardı.Vakit dardı, oturamadık. İçimde kaldı. En kısa zamanda çoluk çocuk gelmeli buraya, dedim. Eski restoranların tahta balkonlarının yerini tutmazdı ama olsun yine de insana ayrı bir soluk aldıracak bir yer olmuştu.
Pazar sabahı, eskiden Pendik’te otururken yaptığım gibi erkenden dışarı çıktım. Aklımda, kendim için müthiş bir şey vardı. Buruna gittim. Önce yıkık kilisenin önünden geçtim. Sonra arabayı evden çıkarken hayalini kurduğum şekilde, zamanında belki binlerce kez inip çıktığım yokuşa, korunun köşesine, eskiden bakılınca tüm geziboyunun, denizin, iskelenin görüldüğü yere park ettim. Bigisayarımı açtım ve yıllar önce kafamda canlanmaya başlayan, aylar önce ilk kelimeleri kağıda dökülen, ama en güzel yerine gelince durduğum romanımın, uzun zamandır ayrılmaya kıyamamaktan yazamadığım kelimeleriyle vedalaşmaya başladım.
“…
Bir gün önce yıllar boyu titizlikle duvarlar arasında kurduğum koca bir dünyada yaşıyorken, şimdi yine duvarlar arasında başka bir dünyaya doğru yol alıyordum. Kapının ardındaki yarım daire şeklindeki genişçe, parke taş döşeli kısmı ağaçlara doğru ilerleyen, biraz önce kıvırcık saçlı çocuğun üzerinde kayarcasına kaybolduğu bir patika takip ediyordu. Aklımda sonrası için ne umut, ne hayal, ne de korku vardı. Bu duygular benden uzakta kalalı çok olmuştu. Patikanın başını, her iki yanda, dalları birbiri içine geçmiş beyaz püsküllü, büyücek birer ot yığını tutuyordu. Sanki çocuğun ardından dalları daha bir kenetlenmişti. Ben onları yarıp geçtiğimde ardımda beyaz püsküllerin uçuşan topaklarından küçük bir bulut buraktığımı göremedim. …”