Etiketler
Haliç köprüsü, II. Bayezid, kralları ve filleri anlat onlara, Mathias Enard, Michelangelo, savaşları, Sistina Şapeli, Tanrı ve Adem, Vatikan, İstanbul
Yıl 1506. Ilık bir Mayıs günü, II. Bayezid’in davetlisi olarak bir Floransalı yanında getirdiği üç balya samur ve zerdeva kürkü, yüz on iki balya pano, dokuz top Bergamo sateni, bir o kadar simli Floransa kadifesi, beş varil Güherçile, iki sandık ayna ve küçük bir mücevher sandığı ile İstanbul limanına ayak basar. Bu kişi, Davud heykelinin yaratıcısı Michelangelo’dur. İstanbul’a geldiğinde yüreği eli sıkı Papa’ya kırgındır.
Papa’ya bir anıt mezar yapmaya başlamış ancak para alamadığı için yarım kalmıştır. Tam bu sırada II. Bayezid’den Haliç’in bir tarafını diğer tarafa bağlamak üzere bir köprü yapması için davet alır. Vaad edilen para bir süreliğine sorunları giderecek miktardadır, ancak Michelangelo İstanbul’a geldiğinde, iş bittiğinde padişahın tüm cömertliğine karşın hayal kırıklığına uğrayacağını henüz bilmemektedir. Michelangelo İstanbul’da üç ay geçirir. Sokaklarında dolaşır, aşık olur, aşık olunur, kendine verilen aşkın kıymetini bilemez. Bütünlenemeyen dostluklar kurar. Durmadan çizer, defterine garip notlar alır. Sonunda “Gecenin içinden çıkmış, şehrin dokusu ile yoğurulmuş bir köprü” çizer.
İstanbul’da geçirilen üç ayın gölgeleri Michelangelo’nun daha sonraki yaşamının ve eserlerinin tümünün üzerine düşer. Aşık olduğu Endülüslü şarkıcının incecik bileklerini saran beş halhal, turuncu muareli elbise, parlak omuzlar ve boyun çukurundaki ben birkaç yıl sonra Sistina Şapeli’nin kuytu bir köşesinde yerini alır. İstanbul, hem şehir hem de başkalığıyla Michelangelo’nun bakışını etkiler. San Pietro’nun kubbesinde Ayasofya ve Bayezid Camii’nden, Medici Kütüphanesi’nde ise Bayezid kütüphanesinden esinlenir. Medici Şapeli’ndeki heykellerin, hatta Musa heykelinin İstanbul’da gördüğü insanlar ve onların davranışlarından izler taşıdığı öne sürülür. Öyle ki Sistina Şapel’in tavanında Tanrı’nın yarattığı ve can verdiği Adem’in, Michelangelo’nun İstanbul’da tanıyıp da kıymetini bilemediği arkadaşı Mesihî olduğu iddia edilir. O birbirine dokunamayan iki el, Michelangelo’nun eli ile Mesihî’nin elleridir.
Mathias Énard, tanımadığım bir yazardı, bu kitabı da önceden bir yerde duymamış ya da görmemiştim. Kitabı rutin haftalık kitapçı turumda, Yeni Çıkanlar raflarında görüp adı bana ilginç geldi, diye elime aldım. Arka kapak yazısı daha da ilgimi çekti. Sonuçta bu kitap, okumakta olduğum kitabı bir kenara bıraktırıp haftasonumun ortasına kuruldu. Benim ilgimin biraz fazla olmasında sanırım ki, yakın zamanda Vatikan’ı görmüş, Sistina Şapel’de bir saatten fazla vakit geçirmiş olmamın büyük payı var .
Kitabı ve yazarını çok sevdim, beğendim. Yazarın bilgisinin derinliğine, özümsenmişliğine ve edebiyata aktarımındaki ustalığa hayran kaldım. Yazarın lafı dolandırmadan söylemek istediğini söylemesi, buna karşın hiçbir ayrıntıyı atlamaması, karakterlerin hiçbirinin, maymunun bile, havada kalmaması, zamanın atmosferinin okura olabildiğince hissettirilmesi muhakkak ki üstün bir yeteneğin sonucu ve bu yetenek kitabı okurken okuru daha ilk sayfalarda yakalıyor, kitap bitene kadar da bırakmıyor. Yazarın dilinin sadeliği de okuyucuyu bağlayan unsurlardan biri. Aslına bakılacak olursa, anlatılanlar öyle görkemli ki, dilde süse gerek kalmıyor. Bir kitabın okunmasını sağlayacak temel ögelerin hepsi bu kitapta mevcut: Tarihi bir olay, güçlü karakterler, aşk, entrika, para, cinayet, umut ve umutsuzluk, öfke, kazanmak ve kaybetmek….
Yazarın bundan sonra dilimize çevrilecek kitaplarını merakla bekleyeceğim.