Etiketler
çitlembik ağacı, hiçlikten hepliğe, ney, ney üflemek, neyzen, neyzen tevfik, pendik
Öncelikle bu yazıyı haddim olmayarak yazdığımı söyleyeyim. Hoş, zamanımızda çok fazla kişinin çıkıp da “Hop, sen kim oluyorsun da Neyzen hakkında yazıyorsun!” diyeceğini pek sanmam.
Pazar sabahı Pendik’te sahilde yürürken, Neyzen’in altında ney üflediği çitlembik ağacının artık olmadığını görmek şaşırtmadı beni. Ne bekliyordum ki! Koruma altına alınıp etrafı yeşillendirilip önüne bir de neyini üfleyen Neyzen heykeli mi dikilecekti? Her şeyi hızla unutur ve tüketirken, hele böyle bir zamanda Neyzen’e mi sahip çıkacaktık?
Çocuk yaşımda başladığım sabahın kör vakti sokak arşınlamalarımın hepsinde eve dönerken, Neyzen’in ağacının orada bir müddet durur, önce gözlerimi kapatır, neyin sesinin duyar, sonra gözlerimi açar Neyzen’in baktığını düşündüğüm açıdan denize bakardım. Muhtemeldir ki, Neyzen de uzun meyhane gecelerinin ardından benimle aynı saatlerde ağacın altına geliyor ve ney üflüyordu. O ağaç, kurumaya yüz tutmuş bir çitlembik ağacıydı. Hadi, diyelim kurudu ağaç hepten. Çok mu zordu orasının Neyzen’i hatırlatmasını sağlamak?
Neyzen’i anlamak kolay değildir. Önce içinizde az da olsa bir tutku olacak. Tutkunuzun ne ile ilgili olduğu önemli değil bence. Sonra tutkunuzun peşinden gitme, onu büyütme isteğiniz olacak. En sonunda da gerekirse tutkunuz için her şeyi elinizin tersiyle itebilme dirayetiniz olacak. Yani, kimseye kul köle olmayacak, kimsenin peşinden sorgulamaksızın gitmeyeceksiniz. Kendinizin efendisi olacaksınız. Kaybedecek hiçbir şeyiniz olmayacak ki, alabildiğine özgür olacaksınız. Mala mülke tenezzül etmeyecek, Neyzen gibi padişahın karşısına çıkıp sanatınızın karşılığı bir kese altını aldıktan sonra Pendik’e gelene kadar yolda dağıtıp boş keseyi dizinizin üstüne koyarak seher vakti ney üfleyeceksiniz.
Kolay iş değildir Neyzen olmak. Küçücük bir çocukken gönlünü kaptırdığın bir sese hayatını vermek, hiç kolay değildir. Bakırköy’ün başhekimi büyük üstat Mazhar Osman’ı kendine dost eyleyip, 21 numaralı koğuşu kendine ayırttıktan sonra canın istedi mi gelip yatıp çıkmak, Fikret Mualla’yla koğuş arkadaşlığı yapıp, üfleyecek ne y bulamadığında hastane karyolasının demirini ney yerine üflemek kolay değildir. Atatürk’le aynı sofraya oturup, rakıyı çanağa dökerek çanağa doğradığın ekmeğe kaşık sallamak, Mehmet Akif’le kadim dost olmak kolay değildir. Hele ki öldüğünde insanın cenazesinde sarhoşu, sanatçısı, mevlevisi, bektaşisi ile birlikte küfründen ve hicvinden bol nasipli devlet erkanı dahil her çeşit adamın yan yana saf tutması ise hiç ama hiç kolay değildir.
Dünden beri meraktayım, yaşasaydı rahmetli, İstanbul’un böğründe açılacak hançer yarası için acaba bize ne derdi? Söyleyeceğini söyler, sonra da şimdiye değin söylediklerinin toptan hesabı görülmek üzere İstanbul’un Edirne tarafında, bir başka sayfiye kasabasında ikamete mecburen icap eder miydi?
Dünden beri düşünüyorum ve Neyzen’i döne döne dinliyorum. “Hiç”likten “hep”liğe doğru bir yolun izlerini sürmeye çalışıyorum.