Etiketler
Yaklaşık bir buçuk yıldır işe gelmek için TEM – FSM köprüsü yolunu kullanıyorum. Tüm bu süre boyunca gününe göre sayıları değişse de her sabah bir grup insanı, Ümraniye çıkışı öncesindeki üst geçidin altında bekler şekilde görüyorum. Bekliyorlar. Öyle abuk bir yer ki, E5 değil TEM, yani orada otobüs durağı filan yok. Teorikte herhangi bir aracın orada durması da yasak, çünkü orası TEM. Dahası bu insanların bazıları öyle bitimsiz bir bekleyiş içinde görünüyorlar ki sanırsınız akşama kadar bekleyecek. Belki de bekliyor. Benim oradan geçişim en fazla sürse sürse, trafik iyice ağırlaşmış olsa bile, iki dakika sürüyor. Ne kadar beklediğini, neyi beklediğini bilmem mümkün değil. Bazıları var ayakta bekliyor, bazıları var tipik yurdum insanının o rahat çömeliş halinde. Ayakta bekleyenler sanki daha az bekleyip de gideceklermiş hissi uyandırıyor bende.
‘Beklemek’ kavramı üzerinde uzun zamandır düşünüyorum. Ürkütücü ve dinlendirici bir terim. Belki de sıfatını neyin, neden, nasıl, ne zaman beklendiği belirliyor. Beklemek, zamanı da beraberinde getiriyor. Benim zorluğum orada başlıyor.
Bazen çok olmasını istediğiniz şeyi beklerken zaman bizim için zamanın akışı iyice ağırlaşıyor da bir başkası için aynı anda bitmesini istemediği bir şeyin sonu yaklaştıkça hızlanıyor. Aslında o kişi de bitmesini istemediği şeyin içindeyken , o içinde olduğu neyse, farkında olarak veya olmayarak bitmesini ve sonrasını bekliyor. Belki de hepimiz türlü devinimler içindeyken sadece bekliyoruz. Kimimizin neyi beklediği konusunda bir fikri var, kimimiz bu bekleme halinin hiç farkında değil.
Bir taraftan hayatımın hiç beklemeye yer olmayacak şekilde hızlı aktığını düşünürken, bir taraftan da her şeyin aslında beklemek üzerine kurulu olduğunu görüyorum. Akşam olsa da eve gitsem, su kaynasa da kahve yapsam, çocuklar büyüse de geceleri deliksiz uyusam, yaz gelse de tatile çıksak, kış boyu tatilde keyifle okumak için ayrı bir rafta biriktirdiğim kitapları okusam, okurken bazılarının bitmemesi için ağırdan alsam, eve dönüş yolu boyunca tekerlekler döndükçe eve dönüşün heyecanı doldursa içimi…yani hep bekliyoruz.
Bekledikçe yüzleşiyoruz belki de kendimizle. Kendimize yaklaşıp, kendimizin bilmediğimiz yüzeylerini kaldırıyoruz. Sevinçle beklerken bir şeyi mesela, geçen saniyeler sabırsızlığımızı arttırıyor. Sabırsızlandıkça huzursuzlanıyoruz. Bazen huzursuzluğumuz sevincimizin önüne geçiyor, endişeye dönüşüyor. Beklenenin olmamasında kuşkulanmaya başlıyoruz. Kaçındığımız, istemediğimiz bir şeyi beklerken daha kötü oluyor, ne kadar yüreklendirmeye çalışırsak çalışalım kendimizi, beklediğimizin karşısında ürkekleşiyor, görmek istemediğimiz, bilmek istemediğimiz bir bizle karşılaşıyoruz. Bazen aksi de oluyor, karşımızda kendimizin en cesur, en soğukkanlı halini buluyor, bu halimizin üstümüze hep hasıl olması gibi garip, manasız bir isteğe kapılıyoruz.
Bir de bile isteye beklemek, inzivaya çekilmek var ki, hani üzerinde uzun uzun düşünmeyi, amaç ve içeriğini anlamak için ciddi çaba sarfetmeyi gerektiriyor. Belki de bu durumu sevdiğim bir yazarın şu sözleri en iyi açıklıyor:
“Beklemek zamanla yapılan mahrem bir sohbettir. Uzun uzun beklemek bunun ötesidir. Beklemek şimdidir. İnsanoğlunun zamanla genel ilişkisidir. Beklemek Tanrının taslaklarını duvara çizer. Beklemek varoluşumuz olarak tarif ettiğimiz geçiş evresidir.”
Bugün yine bir sürü sebepten bekleyeceğim. Zamanın içinde yürüyen tek ben olmadığıma göre siz de bekleyeceksiniz. Galiba beklemek güzel ama beklemeyi isteyerek, neyi beklediğini bilerek beklemek daha iyi. Böylesi iyi de gelebilir insana. Ne kadar zamandır kendimizi dinlemediğimizi bir düşünmek gerekir.