Bir zamanlar, o dönemde ününü perçinlemekte olan bir yazara bir söyleşisinde “Sizi yazmaya iten neydi?” diye sormuştum. Cevabı çok net hatırlamıyorum ama ciddi bir hayal kırıklığı yaşamıştım, onu hatırlıyorum. Şimdi düşününce hayal kırıklığımın sebebi öyle net ki. Ben aslında onun ağzından kendi sebebimi duymak, bir bakıma kendimi doğrulamak istemiştim. Çok uzun zaman önceydi. Neredeyse çocuktum. O, kendi sebebini söylemişti ve hatırladığım kadarıyla yazan herkes için aynı kapıya çıkıyordu yanıtı: “Bir meselen varsa yazarsın. En başında da meselen sen kendinsindir.”

Hevesle yazmaya başladığım yıllardı. Bir süre devam ettim ama bir türlü kendi yazı sesimi sevemedim. Sorun belki de yazarken kendime olan uzak duruşumdu, bir şekilde kendimi anlatmak istiyordum ama bambaşka birini anlatmaya çalışıyordum. Bilemiyorum. Bıraktım. Uzun bir zaman hiçbir şey yazmadım. Hatta günlüklerimi bile yaktım. Kelimelerimi kendi sesimi unutacak kadar derinlere gömdüm.

Eskiden de çok okurdum ama bu başkaydı. Delice kendimi okumaya verdim. Sonra babam öldü. Başkalarının kelimeleri de artık bana çok yabancı gelmeye başladı . Bir kat toprak da onların üzerine attım. Çok uzun sürmedi. Bir yazı herkesten çok uzaklarda, tanımadığım ellerde, diline dilimin dönmediği bir yerde, bir dağın başında geçirdim.  Kelimeler olmadan yaşanmazmış gördüm.

Toprağı kaldırdım, bir daha yazacağımı hiç düşünmeden kitaplara gömüldüm. Bir zaman sonra biri ve onun hikayesi düştü aklıma. Gecelerim  ve gündüzlerim bu hikayeyle doldu. Sonunda baktım hikaye kendini bana yazdırır oldu. Günlerim hikayeye ve onun dinginliğine boğuldu. Ben hikayenin içinde kayboldum, hikaye bende kendine yol buldu. Yıllarca birlikte yaşadık öyle ki artık birbirimizden ayrılamaz olduk.

Ben hikayemle mutlu mesut yaşarken bir gün geldi, içimde başka bir kapı açıldı ve sanki yıllardır belkliyorlarmışcasına onlarca öykü kişisi çıktı. Önce biri attı dışarı adımını, diğeri ikisini, ikisi üçünü çağırdı ve sonunda LEZZETLİ ÖYKÜLER yazılmış oldu.

LEZZETLİ ÖYKÜLER’de herkes senin benim gibiydi, herkesin derdi aslında kendiydi, belki de yapmaya çalıştıkları şey sadece yaşama tutunmaya çalışmaktı. Bazen de tutmaya çalıştıkları neyse ellerinden kayıp gidiyordu. Biri hepsi, hepsi biriydi, sonuçta hepsi yemek yiyordu. Hepsi de bir çocuğun mandalın deliğinden havaya üflediği kenarı gökkuşaklı şeffaf baloncuklar gibi havaya savrulmuştu sanki.

Okuyucusuz kalacak olsalar da elimden geldiğince anlatmaya çalıştım onları.

“Demek yazmak böyle bir şeymiş,” dedim.