Etiketler

, ,


Önce Türk Dil Kurumu Büyük sözlük’ten ‘ahval’ kelimesinin anlamına baktım. Başlığa yazdım ama doğru kullandığımdan emin olmak istedim. Her ne kadar okur-yazar bir kişi olsam da  Türk insanının çoğunluğu gibi benim de kelime hazinem öyle çok geniş değil. Günlük hayatımızda ortalama beş yüz, eh biraz düşünüyor kafa patlatıyorsak bilemediniz bin kelimeyle götürüyoruzdur işi. Sonuç olarak az kelimeyle az düşünüyor, az düşünüp az kelimeyle konuşuyoruz. Yani günlük hayatımızın bir başka kısır döngüsü de bu diyebiliriz. Şöyle genel olarak baktığımızda hayatımızın geneli büyük bir kısır döngü zaten.

On dokuz  Haziran Pazar günü uzun zamandır yapmadığımız bir şeyi yapıp kahvaltıdan sonra ailecek İstiklal Caddesi’ne gitmiştik. Kaybedenler Kulübü’nü seyredip Kadıköy sokaklarında bir Cumartesi gününü geçirdikten sonra planlamıştık bunu. Amacımız eskiden zamanımızın büyük kısmını geçirdiğimiz yerleri, Defi anlamaz ama Kem anlardı, çocuklara göstermekti. Bir nevi kendi kişisel tarihimizi ziyaret anlayacağınız.

İşte o gün Robinson Crusoe’ya gittim. İlk açılışını dün gibi hatırlarım. Tam yılını hatırlamıyorum ama galiba 1994’tü, ben Alman Kültür’e Almanca öğrenmeye gidiyordum. Üniversite ikinci sınıftaydım. Öncesinde açılan Mephisto bile bize büyük bir yenilik olarak gelmişti. Robinson Crusoe’nun kendine özgü farklı konsepti ile adeta çarpılmıştık. Mesela o zamana kadar kitapçılarda beni hasta eden aradığım kitabı bulamama haline kitapları yazar adlarına göre sıralayarak son vermişti. Türlü çeşit konuda yabancı kaynak ve dergi mevcuttu ve bir bakıma bu konuda Dünya-Hachette kitabevlerinin hegamonyasına ve bizi sonsuz kazıklamasına son vermişti. Kitaplarla eğleşirken, birini alır birini bırakırken kimse tepenizde dikilmiyordu. Kitapların içinde şölen yaptığı, yerden tavana kadar raflar uzanıyordu. Bir de üst kat ve isterseniz oturup istediğiniz kitabı inceleyebileceğiniz koltuklar vardı. Orası yıllarca hayalini kurduğum, sonrasında da gerçek olan bir masal atmosferiydi benim için.

Sonra büyümek halleri, iş güç, Anadolu yakasında yaşamaktan ötürü Robinson Crusoe’ya gidemez oldum.

İşte o Pazar günü kapıdan içeri girerken Defi bebek arabasından inmek için türlü edepsizlikler içinde debeleniyordu. Eskiden yaptığımın aksine orada doya doya çok vakit geçiremeyeceğim aşikardı. Bir zaman fukarası olarak o gün elbette bir istisna olmayacaktı. Kapıdan girerken hangi kitabı alacağımı biliyordum. Salinger’ın biyografisi, “Üzüntü, Muz kabuğu ve J.D. Salinger.” Başka yerden daha önce almayı ertelemiştim. Türlü sebepleri vardı. O gün Robinson Crusoe’nun kapısından içeri girerken o kitabın alınacağı en doğru yerin orası olduğundan bir kez daha emin oldum. Kitabın, J.D. Salinger’ın ruhuna layık bir yerdi.

Kulağa biraz abartılı gibi geliyor değil mi? Öyle. Salinger sevgim, hayranlığım böyle abartılı. Onu şimdi değil, daha sonra anlatacağım.

Kitabı kasada kesekağıdına sardılar, ağzını da siyah üzerine beyaz harflerle ‘Robinson Crusoe 389’ yazılı bir etiketle kapattılar.

Eve gelince kitabı kesekağıdından çıkarttım, kesekağıdını özenle katladımve kitapla birlikte okunacaklar kitaplığındaki yerine koydum. İç kapağına ’19 Haziran 2011, İstanbul, Robinson Crusoe’dan alındı’ yazdım.

Bu haftasonu Üzüntü, Muz kabuğu ve J.D. Salinger’ı yerinden aldım ve heyecanla, ürkerek okumaya başladım. Biraz okudum ve önümüzdeki hafta okumak için bıraktım. Bıraktım ama içim içimi yiyor.

Cuma günü çocukları annemin yazlığına götüreceğiz, sonraki Cumartesi günü de Paris’e gideceğim. Yani iki hafta boyunca uzun zamandır olmadığı kadar kendime ayıracak vaktim olacak. Bir haftası İstanbul, bir haftası Paris’te. İşte planlarıma göre “Üzüntü, Muz kabuğu ve J.D. Salinger” ı bu zaman diliminde okuyacağım. Annemin sözünü dinleyip “İnşallah bir mani çıkmazsa” demeyi ihmal etmeyeyim tabi.

İşte bu sabahki ahvalim budur. Bunun dışındakiler başta söylediğim kısır döngünün her gün olan sıkıcı rutin işleridir.