Tags
bir kitap hakkında, defter, kitap eleştirisi, kitap tanıtım yazısı, kitap yorumu, lezzetli öyküler, serenad, zülfü livaneli
Daha önce okuma serüvenimden biraz bahsetmiştim. Kendimi sıradan bir okuyucu olarak tanımlıyorum. Sonuçta ben de kitapçıya gidip alacağı kitabı seçen, sonra da parasını ödeyip evine gidip aldığı kitabı okuyan herhangi biriyim.
Eskiden kendime uyguladığım standard bir okuma kotası vardı. On bir yaşımdan beri uygulamaya çalıştığım rakamsal bir alt sınırdı. Ayda bin sayfa. Zaman zaman bu limiti geçtiğim de oldu, çok altında kaldığım da. Hiçbir zaman sadece yazın tatile çıktığı zaman plajda kitap okuyup da “Kitap okumayı çok seviyorum,” diyen ya da yılda okuduğu kitap sayısı onu geçmeyip “Çok kitap okurum,” diyen kitleyle elbette kendimi bir görmedim. Görmeyeceğim de. Bu konuda tevazu gösteremeyecek kadar cidden çok okuyorum ve okuduklarıma kafa patlatıyorum.
Blog yazmaya başladıktan sonra bloga okuduğum kitaplarla ilgili düşüncelerimi de yazmaya başladım. Bu bir bakıma kendimin okuma envanterini tutmaktı. Doğal olarak bir süre sonra okuduğum kitapların bazı ayrıntılarını unutuyordum. Okuduklarımın ayrıntılarını unutmamak üzere kitap yazılarını yazıyordum. Kitaplar üzerinde yazdıklarım kitap tanıtım yazıları değil, bu çok açık. Eleştiri de denemez. Sonuçta ben eleştirmen değilim. Sıradan ama ortalamanın üstü bir okuyucunun görüşlerini dile getiriyorum, “defter”ime yazıyorum, o kadar. Zaten blog da benim çantamda taşıdığım “defter”im değil miydi?
Ancak bir kitap hakkında yazdığım bir yazı var ki her gün en az beş altı, bazı günler daha fazla ziyaret alıyor. Google’ın alameti farikası. Ziyaret aldıkça Google’da sırası yükseliyor, sırası yükseldikçe de ziyaretçisi artıyor. Söz konusu Zülfü Livaneli’nin SERENAD adlı son kitabı.
SERENAD hakkında yazdıklarımı yineleyecek değilim. Merak eden okur. Yazdığımdan beri pek de sevimli bir yazı olmadığını biliyorum ama n’apalım, ben düşündüğümü yazdım. Gördüğüm şu ki, insanlar o yazıda yazdığım gibi kitabı okuyor, hayran kalıyor ve kendi beğenilerini tescillemek için Google’da kitap hakkında yazılanları arıyorlar ve hop “defter”in sayfalarına düşüyorlar. Blogdaki yazıyı okuyup da beğenilerinin aksine bir bakıma kitabın yerildiğini görmek hoşlarına gitmiyor ve veryansın ediyorlar. Zahmet edip diğer kitap yazılarını okusalar aslında benim hiç de öyle kötü yürekli bir okur olmadığımı görecekler.
Ben yazıyı ilk yazdığımda yazara ulaştırmaya çalıştım ama başaramadım. Haberi olsun istedim. Olmadı.
Lezzetli Öyküler’i yazıp bitirdikten sonra bazı eşe dosta okuttum. En başından bölümler yazıldıkça okuyanlar vardı, bir de onların dışında birkaç kişiye bitince bütününü okuttuğum bir iki kişi oldu. Bunlar okumalarına güvendiğim insanlardı, yani beni gerektiğince eleştireceklerine inandığım kişilerdi. Kimine yakındım, kimiyle de anca bir tanışıklığım vardı. Bu kişilerden biri, bir arkadaşım okuyacağını ama çok kötü eleştirmek üzere okuyacağını söyledi. Hazır mıydım? Evet hazırdım, istediğim tam da buydu. Yazdığım her şeyin didik didik edilmesini, okurken kafa yorularak okunmayı istiyordum. Arkadaşım eleştirilerini bana iletti. Minnetle aldım, cebime koydum. Hala da “Çok güzel,”den fazlasını istiyorum. Ben zaten güzel bir şey olduğuna inanmasam ortaya çıkarmazdım ki. Lezzetli Öyküler’i okuyup uzun uzun eleştirilerini yapan arkadaşım bana bir de “Kitap yorumu yazma,” dedi. “Neden?” diye sordum. “Artık sen de bu arenaya çıktığına göre durduk yere kimsenin ayağına, hele ki büyüklerin ayağına basmana gerek yok. Yarın öbür gün seni de acımasızca eleştirmeleri için açık kapı bırakırsın,” dedi. Şöyle bir düşündüm. Haklı olabilirdi. Üzerinde fazla durmadım, biliyorsunuz. Kitap yorumlarım devam ediyor. Sadece üsluba biraz daha dikkat ediyor olabilirim.
Son birkaç gündür SERENAD yazısına gelen karşı yorumlarla bu konuyu bir kere daha düşünmeye başladım. Bir gün birileri bu yazdıklarımı karşıma çıkarır mı, diye.
Düşündüm, düşündüm…
Sonuçta ben neysem oyum, düşüncelerim de bunlardır. Yarın öbür gün ayağıma dolanır korku belasına düşüncelerimi saklamam kendime karşı bir hareket olur. Beğendiğimi beğenmişimdir, beğenmediğimi beğenmemişimdir. Eğer yazdıklarımdan hoşnut olmayan varsa seve seve tartışırım. Sonuçta tartışmalar bizi eksiltmez, çoğaltır. Değil mi?
Erhan Toker said:
Sevgili Selgin,
Ofisimi ilk kurduğumda, ofisime bir pazarlamacı kız gelmişti ve bana şu nobel ödüllü yazarların kitaplarını, tekmil satmıştı. O dönemde Sartre, Buck, Gide, Böll, Mann gibi devlerin olağan üstü jkitaplarını nası büyük bir iştahla okuyup bitirdiğimi anlatamam. Hele o Thomas Mann’ın öyküleri, o Bernard Shaw’un Kara Kız’ı… Halen hafızanda yer etmiştir ve silinmez. O dönemden sonra roman yazmayı çok istedim. Ama hiçbir zaman kendime güvenip bir öykü dahi yazmadım. Bu bakımdan senin “Lezzetli Öyküler”‘ini hem duymak, hem almak, hem de okumak beni çok heyecanlandırdı ve gizliden bir kısakançlıkla okudum o güzel kitabını. Öyküler arasındaki o akıllıca bağlantılar, öykülerin akıcılığı ve içlerine sıkıştırılmış yemek tarifleri çok hoşuma gitti. Özellikle de anlatımın. Ancak bir şeye takılmadan edememiştim, muhakkak benden daha uzmanlar sana bilgi verir diye bu güne kadar ses etmemiştim. Bugün bu yazını okuyup, oradn da Serenad ile ilgili eleştiri yazınıuyunca o kelamımı edeyim dedim. Öykülerindeki erkek karakterlerin bir kadın tarafından yazıldığı çoğu zaman kendini belli ediyor. Şeytana uyup geceyi uzatmalı metres/fahişe’si yanında geçiren taksici karakterinde bile izleri görebiliyorum. Belki de bu bana özel bir yetidir diye çok üzerinde durmamıştım, ama Livaneli’ye aynı eleştiriyi getirince ben de sana hatırlatayım dedim 😉 Bu arada o kitabı okumadım. Ben yerli yazarları çok akıllı bulmuyorum (İhsan Oktay Anar hariç). Bu bakımdan romanları da çok iyi olmuyor. Okurken birşeyler hep eksi kalıyor gibi. Ama yine de onları okumadığım için iyi yada kötü diyemiyorum. Ancak senin kitapta, anlatımın ve kurgun çok güzel ve senin aklın bu kitaba yansımış.
Şimdi şu kadın yazar / erkek yazar işini halledelim ve devam edelim. Kadın yazar bir erkeği nasıl anlatır? Bakınız Pearl S. Buck : Voss. Erkek yazar bir kadını nasıl anlatır? Bakınız: Andre Gide, Pastoral Senfoni, Dar Kapı. Bernard Shaw: Kara Kız. Thomas Mann: Büyülü Dağ.
Şimdi de gelelim eleştiri yazmana. Yazacaksın tabi. Kitap piyasasına girmiş olabilirsin. Girerken ekonomik bir beklentin var mıydı? Yoktu. Şimdi iki tane lise mezunu angutun ayağına basmayacaksın diye bildiğini söylemekten geri durma bence. Ancak yazerken anlatım dilin hep “Lezzetli Öyküler”‘deki gibi lezzetli olsun.
Sevgiler, saygılar,
Erhan
Selgin GB said:
Sevgili Erhan,
Değerli eleştirilerin için çok teşekkürler. Hangi alanda ve nasıl olursa olsun eleştiriler insanın kendisini geliştirmesi için çok önemli diye düşünüyorum. Çünkü insan bazen kendisine karşı çok da dürüst olamıyor ve birilerinin görmek istemediklerini göstermesi gerekiyor. Taksici de öyleydi. O öykünün tamamı hiç bilmediğim bir dünyaya ait varsayımlarımdan oluştuğundandır ki bazı şeylerin, hele ki taksicinin iğreti durması doğal. Demek ki daha çok gözlem gerek. Bu arada klasiklerden her zaman oğreneceğimiz çok şey var. Sevgiler.
Leylak Dalı said:
Blogunuzu yeni takibe aldığım için Serenad ile ilgili yazınızı okumamıştım, bugünkü postu görünce geri dönüp okudum. Çok şükür ki ilk kez benim gibi düşünen biri varmış dedim. Etrafımdaki herkes kitaba methiyeler düzerken, blog aleminin neredeyse tamamı bu kitabın övgüsüyle çalkalanırken ben okurken çok sıkılan bir kişi olarak kendimden şüpheye düşmüştüm. Genel olarak yazarın kitaplarını çok büyük bir ilgi ile okumadım ama bu kitap beni bezdirdi bitene kadar. İnsanlara galiba Struma ve Mavi Alay’ı ilk kez duymuş olmaları ilginç geldi. Tarihi gerçekleri bir romandan öğrenmek nasıl birşeyse. Kısacası yazdıklarınıza sonuna kadar katılıyorum. Ayrıca her yazılan kitabı beğenmek zorunluğumuz da yok.
Sevgiyle…
Kakara Kikiri said:
Ben bu “eleştirin beni, eleştirin beni” diye ölüp bitmeni anlayamıyorum. Eleştiri inanı geliştirir mi bence tartışılır. (Yalnız kötü hissettirdiği kesin! İnsan bile bile kötü hissetmek ister mi?) O kadar öznel bir şey ki “beğeni”. Erhan bir erkeğin gözünden olmadığı yorumunu yapmış ya taksici hikayesine, erkeler de kendi içinde tek bir cins değil ki! Belki o taksici öyle bir erkek, Erhan gibi değil. Ben bir çok yerde kadın tasviri görüyorum, benim gibi değil. Onlar kadınsa ben neyim? (Burada Erhan’a bir lafım yok yanlış anlaşılmasın, sen bu kadar kurcalarsan, o da fikrini söyler tabi. aynı benim yaptığım gibi) Anladığım kadarıyla sen daha yazdıklarınla ilgili çok iyi hissetmiyorsun ve sürekli kurcalama halindesin. Boşver artık başkasının fikrini sormayı. Zaten onun için telefon görüşmemizde sana kim ne derse desin, sen kendini yazdıklarından memnun ve iyi hissetmelisin dedim.
İkilemin şurada bence:sen çoksatanlar arasına girmek istiyorsun ama çok satanları beğenenleri kompleks kurgulardan, tasvirlerdeki derinliklerden vb anlamadıkları için “ortalama okuyucu” diyerek hafifçe hakir (Serenad gibi, Elif Şafak kitapları gibi, kitap eleştirileri kısmındaki satır aralarında yazdığın, “çok satanken hiç bir zaman almadım.” böbürlenmen gibi) görüyorsun. Sana kötü bir haberim var, aynı Cannes’da filan ödül alan N Bilge Ceylan filmleri gibi, olmayı hedflediğin kurgusu sağlam, tasviri ağdalı, hikayesi bomba edebi eserler az bir kitleye hitap etmeye mahkumdurlar. Çok satan listesine girmek için, ya kişisel gelişim kitabı yazacaksın, ya da magazinel bir figür olacak ve okunması hap gibi, pazarlama desteği bol bir şeyler yapacaksın. Ha bunları beğenmemek, sana ait bir alan olan burada fikirlerini söylemek en doğal hakkın tabi. Bir arkadaş olarak madem eleştiri eleştiri diyorsun, sana şunu söyleyebilirim; doğurduğun çocuk pek güzel. onun hakkında endişelenmeyi, milletin fikrini sormayı bırak. sen sadece çok satan mı olmak istiyorsun, Türk edebiyatında bir yapıtaşı mı ona karar ver? Her ikisi de diyorsan, öyle arada derede kalıp gideceksin çünkü 🙂
Öpüyorm, şevkinin, hevesinin devamını dört gözle bekliyorum.
Selgin GB said:
Sevgili arkadaşım,
Seni tailden bomba gibi enerji dolu dönmüş gördüm. Dediklerine tamamen katılıyorum (böbürlenmelerim ve küçümsemelerim dahil). Böbürlenmelerimden ve küçümsemelerimden vazgeçmem imkansız olduğuna göre sanırım ikincisi olmak istiyorum. Sonuçta bunu öncelikle kendim için yapıyorum, maddi bir getiri beklentim yok ve en önemlisi galiba çok satarsam kendimle ilgili çok daha büyük kuşkular içine yuvarlanacağım. İşte buradan ilan ediyorum ki, ilk kitabım olan LEZZETLİ ÖYKÜLER’im ardından ne gelecek olursa olsun gözbebeğim olacak. Yapılmamışı yaptım, bir nehir uzun öykü anlattım. Başta kimsenin kabul etmesini beklemeyerek gittim kendim bastırdım. Kimseye eyvallah demediğime göre bundan sonra da aynı bu şekilde devam edeceğim. Umarım, en azından bir çakıltaşı olmayı başarabilirim.
Sevgiler
Erhan Toker said:
Dostlar,
Kitap dükkanlarına gidince, tezgâhlar binlerce yeni basılmış kitapla dolu. Bu kitapların hiçbiri editör elinden geçmiyor artık. Eskiden kitabınla yayınevine gittin mi, editörün onayı gerekirdi. Şimdi herkes kitap üstüne kitap yığdı. Bu durumda olan biz okurlara oluyor. İyi kitap bulup alamıyoruz. Kırk yılda bir aldık, “Lezzetli Öyküler”‘i tadıyla okuduk. Bir solukta hem de, tebessüm ve keyifle. Dost olmaya güvenip iki satır çiziktirdik. Kakara mikiri bize hafiften totoş mu dedi bilmem ki :-). Neyse ben gene de çok beğendiğimi, yine yazsan yine beğeneceğimi, çok satmanı da temenni ettiğimi belirtmek isterim. Doğru yolda gidersen mutlaka doğru hedefe varırsın.
Sevgiler
Selgin GB said:
Hay bin kunduz sevgili dostlar. Sevgili Erhan’ın dediklerine katılıyorum, bir okur olarak bazı kitaplarda editörün eline değmemişliği fazla belli oluyor. Ben her ne kadar kendi kitabımı kendim bastırdıysam da iyi bir editörün, Zeynep Gülbay’ın, elinden geçti. Zeynep Hanım’ın sayesinde ne kadar çok gereksiz virgül kullandığımı öğrendim mesela. Bir de yorumları benim için yol gösterici, öğreticiydi. Kitapta bazı dizgi hataları oldu ama tecrübe tecrübedir, hepsini akıl defterime yazdım.
Okurun kategorize edilmesine gelince….Sanırım hiçbir yazarın okurunu kategorize etme lüksü yok, hele ki bizimkisi gibi okuma oranının düşük olduğu bir ülkede. Evet, yazar bir şeyler anlatmaya çaılşmakatadır ama her okur zaten anlatılanlardan kendine düeşni alacaktır. O yüzden bir yazar herkese açıktır.
Ben okuru bir okur olarak kategorize ettim, yazar olarak değil.
Neyse ne canım. En gelin, iyisi siz bir akşam bize gelin doya doya konuşalım. Tarih filan ayarlamaya kalkmayalım. Spontan telefon edin, biz geliyoruz deyin. Şarap, peynir, ekmek ortaya karışık bir şeyler yaparız.
İyi ki varsınız.