Etiketler
barış bıçakçı, Bizim Büyük Çaresizl, Fatih Al, Güneş Sayın, iğimiz film, iğimiz kitap, syfi Teoman, İlker Aksum
Oyuncular: İlker Aksum, Fatih Al, Güneş Sayın
Okuduğunuz ve çok beğendiğiniz kitapları film olarak izlemek ister misiniz? Tersi soru da geçerli bir bakıma…Beyaz perdede izledikten sonra çok beğendiğiniz bir filmin uyarlama olduğunu öğrenirseniz gidip kitabını okur musunuz? Sanırım genelde olan ilki, ikincisi pek olmaz, zannetmiyorum.
Milliyet Sanat’ta Bizim Büyük Çaresizliğimiz’in filmiyle ilgili bir röportaj görmüştüm, aylar önce, filmin iki aktörüyle yapılmıştı. Başladım ama çoğunu okumadım röportajın. Çünkü bahsi Bizim Büyük Çaresizliğimiz filminin bir yazılı metinden uyarlama olduğunu öğrendim ve o ada, “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” e vurulmuşluktan dolayı her şeyi kendim öğrenmek istedim. İnsana yazdığı metnin başlığıyla “Nedir o çaresizlik?” sorusunu sorduran yazarı yazdığı eserle tanımak istedim.
Eserleri bize yazarı ne kadar tanıtır, çok tartışılır bir konu. Olsa olsa, eser sahibi hakkında birkaç küçük ipucu toplarız. Zaten ola ki eserini beğenirsek, yazar mazar umurumuzda olmaz. Alırız o metni, sadece yüreğimizin bir köşesine yerleştiririz. Gavurların krematoryumdan çıkan külleri koydukları çanak çömlekler misali içimizin raflarında sonsuza dek yerlerini alırlar. Barış Bıçakçı’nın “Bizim Büyük Çaresizliğimiz”i de benim için öyle oldu.
Kitabı okurken, bir de filminin yapılmış olduğunu bilince, insan fazla fazla bu anlatının filmi olabilemezliğini hissediyor. Daha önce yazmıştım ya, bir daha yazmaktan zarar gelmez, insan okurken her sayfada Ender’in dilinden gözünden, bir nev’i Çetin’e yazılan uzun, upuzun bir mektup olarak metne hayran kalıyor.
Önce filminden haberdar olmuştum ama kitabı okuduktan sonra açıkcası artık filmi seyretmeyi de çok istemedim. Lakin kitapla ilgili evde bizim Bey’in onca kafasını şişirmiştim ki, sinema sevdalısı bu adamın yanında oturup filmi seyretmek farz oldu.
Film bir cenaze evi sahnesiyle açılıyor. İlk on dakika kadar nedir, ne değildir anlaşılmıyor. O cenaze kimin, o iki erkek kim, kameranın odaklandığı bir kız var baş örtülü, sonra bir masa başında üç erkek, birinin boynu incinmiş, boyunluğundan anlıyoruz ama kimdir neyin nesidir, bir fikir oluşmuyor. Sonra…sonra kitap ne kadar akıcıysa, film o kadar tutuk. Ender ile Çetin ilişkisinin anlatımı kitapta ne kadar doğalsa, filmde o kadar zorlama. Nihal kitapta belki sempatik değil ama yine de hiç bunca antipatik değil. Kitapta anlatının kasveti her tonda gri olarak insanın içine işlerken filmde işte sadece o berbat Ankara’nın tek rengini, siyaha yakın fümeyi görüyoruz.
Film başka nasıl olabilirdi diye sormadan edemiyor insan. Mesela Nihal’in okula gelen gezici kitapçıda aşık olduğu üniversite öğrencisini ve sonrasında büyüdüğüne nasıl kanaat getirdiğini anlatışı, Çetin’in ve Ender’in çocuklukları ve ilk gençlikleri flash-backlerle zenginleştirilseydi, Nihal – Bora ilişkisi kitabı okurken her ne kadar yazar ayrıntı vermese de sıradan okuyucunun kafasında beliren detaylarla anlatılsaydı acaba daha mı akıcılık kazanırdı film, ister istemez merak ettim.
Bilmiyorum…belki de doğrusu kitabı okumak ve filmi hiç seyretmemek ya da filmi seyredip kitabı okumamak.