Etiketler

, , , , , , , , , , ,


Norveç’te aşırı ırkçı katliamdan sonra çokca yazıldı, çizildi. Kuzey Avrupa’da nicedir yükselmekte olan ırkçılık dalgasının belki de şimdilik en tepe noktaya çıkışıydı. Konu ile ilgili çıkan her şeyi okuduğumu söyleyemem ama fırsat buldukça takip etmeye çalıştım. İşte bu okumalar sırasında bir köşe yazarının “Norveç Katliamını Romanlardan Anlamak” başlıklı bir yazısında bir teröristin ailesiyle  ilişkilerinin çözümlemesi için Philip Roth’un bir kitabından bahsediliyordu. ‘Bir kitabından’ diyorum çünkü genelde köşe yazılarını hızlıca okuduğumdan kitabın adını daha sonra hatırlayamadım ancak bunun da farkına çok sonra vardım. Yazıyı okurken aklıma kendi okuma listemde bilmem kaç yüz kaçıncı sıradaki Philip Roth kitabı geldi. Akşam eve gittim, buldum, çıkardım. Shylock Operasyonu. Köşe yazısında bahsedilen bu kitap olmalıydı. Okumaya başladım.

Kitap yazarın bir önsözüyle açılıyor. İlk cümle şöyle: “Yasal nedenlerle bu kitaptaki bazı gerçekleri değiştirmek zorunda kaldım.” Devamında her ne kadar yazar bu değişikliklerin hikayenin bütününü ve gerçekliğini bozmayan küçük değişiklikler olduğu güvencesini verse de yine de bu giriş okuru tekinsiz bir hikayeye hazırlıyor.

Kitabın baş kahramanı yazar Philip Roth’un kendisi. Philip Roth, Amerikalı bir Yahudi, dünya çapında şöhretli, başarılı bir yazardır. Bir zaman önce sağlık sorunları yaşamış bunu takiben fiziksel ağrılarını azaltmak için kullandığı sakinleştirici ilaç  psikojenik bağımlılık ile birlikte yazarın ruhsal dengesi üzerinde olumsuz etkiler yapmıştır.

Kendisi Amerika’dayken, İsrail’de bir benzerinin, bir Nazi savaş suçlusunun Kudüs’te devam etmekte olan davasında boy gösterdiği bilgisini alır. Bu bilginin ikinci bir kişi tarafından teyit edilmesi üzerine İsrail’de yaşamakta olan bir başka Yahudi yazarla bir gazete adına röportaj yapmak üzere Kudüs’e gider.

Kudüs’e varışından kısa bir süre sonra taklit Philip Roth ile karşılaşır. Taklit Philip Roth’a Moshie Pipik adını takar. Pipik, Yahudi diasporası üzerinde yazarın şöhret ve etkinliğini kullanarak çalışmaktadır ve yazarı elindeki gücü bu yönde kullanmamakla suçlar. Yahudi Diasporası, II.Dünya Savaşı sonrasında kurulan İsrail devleti topraklarına göç etmiş olan, soykırımdan kurtulmuş Yahudilerin bu topraklarda aslında sürgünde olduğunu, savaş öncesi vatanlarına yani Avrupa’ya dönmeleri gerektiğini savunmaktadır. Yazar da kısmen buna inanmakla birlikte yine de bu konuda şahsi çaba göstermeyi bir bakıma anlamsız bulmaktadır. Okur anlatı boyunca yazar ve taklidinin bu eksen etrafında çatışmalarını Kudüs’ün boğucu atmosferinde, görülmekte olan Demjanjuk davası paralelliğinde izler.

Olayların bazen olabildiğince gerçek, bazense olabildiğince gerçekdışı olması dolayısıyla okur sürekli olarak kendine, biraz da başlangıçtaki girişten ötürü, tüm bunların yazarın bağımlısı olduğu yatıştırıcıların etkisiyle ortaya çıkan hezeyanlar olup olmadığını sormadan edemiyor. Kitabın boyunca dibine kadar gerçeğe batıp sonra gerçekdışında yüzmeye başlarken bir anda asıl gerçek buymuş hissi sürekli yaşanıyor. Sadece bu sebepten, okuru bağlaması ve iniş çıkışlarıyla sürekli bir merak duygusunu canlı tutması yüzünden, çok başarılı bir anlatı var karşımızda. Kitabın kapağında yazdığı üzere bu ‘Bir İtiraf.’ Yani, insan kendisine karşı ne kadar dürüst olabilirse, o kadar gerçek.

Elbette konu da hakkında çok da bir şeyler bilmediğim Yahudi diasporası, İsrail Devleti’nin kuruluş hikayesi ve yapısı, bir de bunların yanı sıra gizli haber alma örgütü MOSSAD’ın işleyişi olunca belki de merakım yeni bir şeyler öğreniyor olmaktan ötürü fazla kabardı ve kitaba bağlandım. Gerçeklerin, tarihin romanlardan öğrenilmeyeceğini öğreneli çok uzun zaman oluyor. Ancak bu gibi kitaplar başka kaynaklardan öğrenmeyi tetiklemesi açısından bence değerli. Ancak anlatının sonlarında yazarın da yaptığı gibi Yahudilerin  sadece vatandaşlık duygularıyla MOSSAD için karşılık beklemeksizin çalışmaları iddiası üzerine nereden, ne, nasıl araştırılır pek bilemedim.

Yazar, Kudüs’teki İsrail-Filistin çatışmalarını tam dozunda anlatarak çok başarılı bir arka fon oluşturmuş. Bununla ilgili olarak şu satırları okurken çok düşündüm:

“…bu ayaklanmanın ardındaki kanlı kargaşanın, katliam gereksinmelerinin ve yığınlarca cesedin ardında bu kez kurban edilenler kimmiş görün diye tüm dünya televizyonlarında olayı dramatize etme arzusu yatıyor olabilirdi. Belki de bu yüzden saldırılarda ön cephede çocuklar var, düşmanla savaşırken yetişkin erkekleri kullanacaklarına çocukları ön saflara yerleştirip, ellerine birer taş veriyor ve İsrail ordusunu ateşli silahlar kullanmak için kışkırtıyorlar. Evet, medya onların Soykırımı’nı unutsun diye biz kendi Soykırımı’mızı sahneleyeceğiz. Çocuklarımızın cesetleri üzerinde Yahudilerin işlediği Soykırım suçu sergilenecek ve sonunda TV izleyicileri neler çektiğimizi anlayacak. Yollayın çocukları, çağırın medyayı, bu Soykırım tüccarlarını kendi oyunlarına getireceğiz!”

Ha, şimdi ‘Eee..bu kitabın Norveç’teki katliamla ne ilgisi var?’ diye soracaksınız. Elbette bir ilgisi yok. Kronik bir şaşkın olan ben, köşe yazarınının yazısının üstüne Philip Roth’un evdeki tek kitabını okumuş oldum. Okuduktan sonra o köşe yazısını açıp bu sefer daha dikkatli okuduğumda Serdar Turgut’un bahsettiği kitabın ‘Pastoral Amerika’ olduğunu gördüm. ‘Pastoral Amerika’yı okuma listemin dört yüz küsuruncu sırasına yazdım. Neyse, zaten ben okuyup bitirinceye kadar gündem de çoktan değişmişti. Şu günlere Shylock Operasyonu daha bir cuk oturdu. Unutmadan, ‘Shylock Operasyonu’nun idefix’te değerlendirme puanının on üzerinde 9,8 olduğunu da söyleyeyim ve zorlu ama keyifli, ufuk açıcı bir okumada güzel çevirisi için Aysun Babacan’a teşekkür edeyim, öyle bitireyim.