Etiketler

,


Bu küçük kitap, yazarın 2009 yılında Harvard Üniversitesi’nde Norton Konferansları olarak yaptığı her biri kırk beşer dakikalık altı konuşmanın metni aslında. Özellikle Columbia Üniversitesi’nde hayranı olduğum yazarların derslerini dinleme şansını yakalayamamış, belki de bunun için ciddi bir çaba sarf etmemiş ama bunu her zaman çok istemiş biri olarak kitabın içeriğini öğrendiğimde fazlasıyla heyecanlandım. Yazarların yaptıkları işle ilgi görüşlerini dinlemek, büyük oranda kim olduğuyla bağlantılı olsa da, zaman zaman bana oldukça çekici ve etkileyici gelmiştir. Aslında genelleştirecek olursak yapılan iş ne olursa olsun onu iyi yapan birinden o kişinin bakış açısıyla neyin, nasıl göründüğünü dinlemek muhakkak konu ile ilgilenen herkesi etkiler. Benim hayatta en zevk duyduğum şey kitaplar ve hele ki de romanlar olunca elbette Orhan Pamuk’un kaleminden çıkan bu satırları elbette büyük bir iştahla tüketecektim.

Beklentim kesinlikle “İyi roman nasıl yazılır?” cinsinden bir sorunun cevabı değildi. Bildiğim üzere kimse için bu sorunun net, kesin bir cevabı yok. İyi yazarları iyi yapan şeyin onların kendileri, özgünlükleri ve yaptıkları işe duydukları delilik derecesinde tutku ile sonucunu hesaplamadan, önce sadece ve sadece kendilerini mutlu etmek için hiç yılmaksızın çalıştıklarını öğreneli çok oluyor. Bu sebeptendir ki iyi yazmak için birilerinin öğretmesinin değil öncelikle yeteneğin var olmasının sonrasında da çok çalışmak gerektiğini biliyorum.

Romanlarının ilk cümlelerini önemseyen yazarın bu kitabı “Romanlar ikinci hayatlardır” cümlesi ile açılıyor. Bu cümle Roman Okurken Aklımızda Neler Olup Biter? Başlığı altında yer alıyor. bu bölümde  Orhan Pamuk, bizlere roman okumanın kendi kafasındaki formülünü veriyor. Bunu yapmadan önce de Schiller’in ünlü makalesindeki “saf” ve “düşünceli” şair tanımlarından yardım alacağını açıkca belirtiyor ve şöyle diyor: Schiller’in ‘sentimentalisch’ (=düşünceli) kelimesiyle, doğanın basitliği ve gücünden uzak düşmüş ve kendi duygu ve düşüncelerine fazla kapılmış bir zihin durumunu anlattığını aklımızda tutalım, yeter. Yazar, ‘Saf’lıkla ise doğa ile iç içe olmak, kendiliğinden neredeyse düşünmeden , sözlerin düşünsel ve ahlaki sonuçlarını kafaya takmadan, başkalarının ne diyeceğini önemsemeden yazmak  kastetmektedir.

Pamuk’un kafasındaki roman okuma formülünü özetleyecek olursak işin özü her romanın aslında bir manzara resminden ibaret olmasıdır. Her resmin hem yazar, hem de okur tarafından keşfedilecek bir merkezi vardır. Bu merkeze ulaşmak için yazar kelimelerle resmi çizerken, okur bir yandan kelimelerle çizilen bu resmi hayal eder ve ortaya çıkan çelişkilere kayıtsız şartsız teslim olur. Okur her ne kadar teslim olmuş görünse de anlatılanlarda gerçekçiliğin izlerini sürer ve bu sırada sürekli olarak kulağı anlatının müziğindedir. Ne yazar ne de okuyucu romanın insanları yargılarken değil, anlarken en parlak noktaya ulaştığını aklından çıkarmamalı, kendini ahlak bataklığına saplamamalıdır. Anlatı boyunca yazar okuru suç ortaklığına davet eder ve okur da ortak olduğu bu suçtan zevk alır. Okurun anlatılandan tam randımanlı zevk alabilmesi için sürekli olarak zihnini berrak tutması, olan biteni an be an kaydetmesi gerekir. Tüm bunlar sadece ve sadece romanın gizli merkezini bulmak için yapılır.

Orhan Bey Siz bunları Gerçekten Yaşadınız Mı? adlı ikinci bölüm başlığından da anlaşılacağı üzere bir bakıma ‘saf’ okurlara ve yazarın ‘saf’ tarafına yönelik kaleme alınmış.

Edebi Karakter, Olay Örgüsü, Zaman başlıklı üçüncü bölüm bir bakıma ‘düşünceli’ yazarın ne olduğunu anlatıyor bizlere. Bu bölümde Orhan Pamuk açısından romanlarda ve dolayısıyla insanlarda 19. ve 20. yüzyıl romanında gösterildiği kadar “karakter” olmadığını öğreniyoruz. Pamuk’a göre roman kişisi anlatımın temel öznesi değil, anlatılan bir bütünün parçası olmalıdır ya da başka deyişle tıpkı olay örgüsünün sadece merkeze giden yolun taşları döşemesi gibi roman kişisi amaç değil sadece araçtır, Bu bölümde yazarın kimin iyi yazdığı konusundaki görüşünü şu cümle anlatıyor bizlere: Romancı aynı anda ne kadar çok ‘saf’ ve ne kadar ‘düşünceli’ olabiliyorsa, o kadar iyi yazar.

Dördüncü bölümün başlığı Kelimeler, Resimler, Şeyler. Orhan Pamuk’u azıcık tanıyanlar onun yirmi iki yaşına kadar ressam olmak istediğini gayet iyi bilirler. İşte bu bölüm bize yazarın o sevdadan hiçbir zaman vazgeçmediğini, yazarlığının ressamlığın sadece şekil değiştirmiş olduğunu anlatıyor. Yazar, boyalarla ve tuvalle değil kelimelerle geleneksel anlamda yapacağı manzara resminden çok daha dolu, çok daha gizemli ve sürükleyici bir resim yapma uğraşında, o kadar. Bu bölümde beni en çok etkileyen cümle şu oldu: Romancı, hayal ettiği şeyi en iyi ifade edecek kelimeyi aramakla kalmaz yalnızca, yavaş yavaş en iyi ifade edebileceği şeyi de hayal etmeyi öğrenir. Bu cümleden etkilenmemin sebebi benim kuramıma göre de romancı iyi bildiği şeyi yazdığında daha renkli, daha zengin yazabilmekte, yazdığı şeye hayal gücüyle ekledikleri daha parlak olmaktadır.

Beşinci bölüm Müzeler ve Romanlar. Yazar, bu bölümde söze uzun zamandır üzerinde çalıştığı projesi Masumiyet Müzesi ile başlıyor ve okurken etkilendiğimiz romanların geçtiği mekanları, içinde anlatılan eşyaları görme dürtümüzle kimi zaman anlatılan şehrin sokaklarını arşınlamanın roman okuruna nasıl zevk verdiğini bildiğinden bahsediyor. Romanı anlamanın romanın tasvir ettiği resimleri hayalimizde görmek için verdiğimiz  büyük çaba ve emeğin bizi yavaş yavaş romanı gururla sahiplenmeye götürdüğünü söylüyor ki bence romanlarının okurları tarafından beğenilmedikleri zamanlarda bile bencilce sahiplendiğini bildiği için bu satırlarda yazarın kendisini oldukça şanslı ve başarılı bulduğunu anlıyoruz. Bu bölümün en güzel cümlelerinden biri de şu: Roman sanatının kalbinde yatan büyük çelişki, romancının dünyayı başkalarının gözünden görürken, kendi kişisel âlemini ifade etmeye çalışmasıdır.

Son bölüm olan Merkez’de yazar, ilk bölümden beri ara ara değindiği ‘romanın merkezi’ kavramından ne anladığını ve anlamamız gerektiğini anlatıyor. Yazarın cümleleriyle özetleyecek olursak: Romanın merkezim dediğim şey, bir romanın en sonunda bize hayat hakkında öğrettiği,  hissettirdiği, ima ettiği, gösterdiği, yaşattığı o derin şeydir. Bana göre ise  ‘Okuyucu her zaman içgüdüsel de olsa romanın merkezi üzerinden kendi hayatını ve dünyayı sorgular.’

Kitabın bütününden çıkan sonuç ise şu: Roman okumak ya da yazmak…Birbirinden farksızdırlar. İyi okumak için de iyi yazmak için de gerekenler aynıdır, aynı resmi seyretmeyi bilmek ve yapmak gibi.

Kitabı eline alan kimse bu kitapta iyi roman yazmanın sırlarının verildiğini veya iyi roman kuramının ayrıntılı tartışıldığını sanmasın, öyle bir şey yok. Anlatılanlar roman sanatı üzerine kafa yormuş ortalamanın üzeri roman okuyucusunun bildiği, duyumsadığı ve biraz da üzerinde çalıştıysa teorikleştirdiği şeylerden fazlası değil. Şöyle söyleyeyim, ben okurken bir adım sonra neden bahsedeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin edebildim. Somut bir örnek vermek gerekirse sf 82’de Anna Karenina’daki at yarışı sahnesinden bahsedilirlken aklıma Stendhal’in Kırmızı ve Siyah’ının açılışı geldi. Sayfa kenarına yazdım ve bir sonraki paragrafta tahmin ettiğim bölümden bahsediliyordu.

Benim kitabı okumaya başlarken yukarıda söylediklerime ilişkin, yani iyi roman yazmanın sırlarının verileceğine dair, hiçbir beklentim olmadığından  kitabı okumak benim için bir bakıma doyurucu bir sohbetti. Bildiklerimi, ki bunlar iyi roman okuyucularının hepsi için geçerli, büyük bir romancının kaleminden okumak bana keyifli bir haftasonu yaşattı.