Etiketler

, , ,


Başka bir kitabı okumaya başlamadan bitirilen kitap hakkında yazılmalı. Hemen.

Yoksa… Olmuyor. Misal Tiffany’de Kahvaltı öyle kaynadı, gitti. Halbuki sırf hakkında yazabilmek için ikinci kez okumuştum.

Bu seferki iki haftaya yayılan 652 sayfalık bir okumaydı.

Benim Murakami ile tanışıklığım görece olarak yeni. Biz tanışalı henüz bir yıl bile olmadı. Yanlış hatırlamıyorsam geçen kış Ocak filandı. Okuduğum ilk kitabı ne “İmkansızın Şarkısı”ydı ne de “Zemberekkuşu’nun Güncesi”.

“Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında”da Hacime adlı bir adam, Şimamato adlı hayal mi, gerçek mi olduğu belirsiz çocukluk aşkının peşinden yepyeni bir maceraya savrulurken her yönüyle imrenilecek yaşamını lime lime etmeyi göze alıyordu.

Ardından “İmkansızın Şarkısı” yani daha güzel orijinal adıyla “Norwegian Wood”u okudum. Vatanabe, Midori, Naoko, Reiko (?) benim için unutulmayacak roman kahramanları arasında yerlerini aldılar.

Elimde üç Haruki Murakami kitabı daha vardı. Birinciliği Sahilde Kafka’ya vermiştim ama altı yüz küsür sayfayı okumak için uygun zaman gerekliydi. Beklediğim uygun zaman Ağustos sonu, Eylül başındaki dokuz gündü.

Okurken araya başka bir kitap girdi.*  Dokuz gün bitirmeye hayda hayda yeterdi ya, işte on beş gün oldu.

Geriye bakıp da düşündüğümde kim kimin hayaliydi bir türlü karar veremiyorum. Üzerinde babasının kehaneti laneti taşımamak için on beş yaşında evi terk eden Kafka Tamura mıydı hayallerin sahibi yoksa yirmi yaşındayken çocukluğunun ve ilk gençliğinin aşkını kaybedip kendi hayatını lanetleyen Saeki hanım mı, ya da cinsiyeti belirsiz homo-heteroseksüel Oşima mı? Dahası bunların hepsi Nakata’nın küçük bir çocukken uyuduğu uzun uykuda gördüğü bir rüya mıydı?

Belki de Johnnie Walker kavalını üflediğinde kıyamet kopacaktı ama dünyayı kanatlarının altına alan Karga  bunu önleyebilecek gücü olan tek münzeviydi.

Komura Kütüphanesi evrenin gizlerinin saklandığı tapınak, kelimeleri okumayı bilmeyen ama gökyüzünden balık yağdıran Nakata tapınağın asıl sahibi, Oşima onun sadık bekçisi, Saeki hanım ise tapınağın kutsal Meryem’i pekala olabilirdi.

Okuyucusuna türlü çeşit varsayımlar sunabilen bir kitaptı.

Sevgili Hoşino için de birkaç kelime etmeliyim. Hayatına giren kadınların neden kendisi ile birlikte olduklarına anlam veremeyecek kadar saf ve yolda kamyonuna aldığı, tuhaf konuşan, uyudu mu günlerce uyuyan yaşlı adama kol kanat gerecek kadar sefkati büyük Hoşino da belki de kitabın meleğiydi.

Bazı yerler, Saeki hanımın erkek arkadaşının ölümü gibi, çok havada kalmış olsa da hayal ile gerçeklik öyle güzel birbirine karışmıştı ve kitabın bütünü okurken insanı öyle sıkı sarıp sarmalıyordu ki, bunların üstünde durmaya değmez.

Kitabın okuyan herkesin malumu klasikleşmeye yüz tutmuş cümlelerini de burada zikretmek gerekir:

Sessizlik kulaklarla duyulabilen bir şeydir.

Sözcükler, zamanın bir diliminde uykuya dalmışlardı.

Sorumluluk rüyalarda başlar.

Şu dünyada insanlar can sıkıcı olmayan şeylerden hemen bıkarlar. Bıkmadıkları şeylerse, çoğunlukla can sıkıcı şeylerdir. Bu her şeyde böyle olur. Benim sıkılmaya harcayacak zamanım var ama bir şeylerden bıkmaya harcayacak zamanım yok. Çoğu insan bu ikisi arasındaki ayırımı yapamaz. (Bu benim favorimdi)

Elbette kitaba adını veren şarkının sözleri de unutulmamalı:

Sahilde Kafka

Sen dünyanın öbüt ucunda

Ben sönmüş bir yanardağın ağzında

Kapının gölgesinde

Yazısını  yitirmiş sözcükler

     Ay ışığı vurur uyuyan kertenkeleye

    Gökten ufacık balıklar yağar

    Pencerenin ardında bekler

    Yüreği nasırlaşmış askerler

    (Nakarat)

          Sahilde Kafka

          Aklında dünyayı oynatan sarkaç

          Yüreğinin halkası bağlıdır

          Gidemez hiçbir yere Sfenks

          Gölgeler bıçak olu

          Rüyanı deler

              İnce narin parmaklar

              Giriş taşını arar

              Dalgalanır keten eteği

              Sahilde Kafka’ya bakar

 Uzun tatil hesapları yapmaktan oldum olası imtina etmişimdir ama eğer yakın zamanda uzun tatil fırsatınız olacaksa ve eğer henüz okumadıysanız bu kitap aklınızda olsun, derim. Önümüzdeki aylarda benim uzun bir kara yolum olacak. Ben o günleri “Zemberekkuşu’nun Güncesi”ne ayırdım bile.

 P.S. 1. Söylemezsem içimde kalır…Keşke 400. sayfaların sonu 500. sayfaların başında aralıklı 12 sayfa eksik olmasaydı da her ne kadar öyle olmadığını bilmeme rağmen  korsan kitap okuyormuşum hissine kapılmasaydım.

P.S. 2. Farkındayım biraz dağınık bir yazı oldu. Kitaptan ötürü doğaldır.

P.S. 3. Çeviriyi söylemeyi unuttum. Çeviri çok iyiydi. Muhtemelen sebebi İngilizce’den değil Japonca’dan çevrilmiş olması. Hüseyin Can Erkin’in eline sağlık.