Etiketler
İnsanın hiç tanımadığı bir yazarı okuması başlı başına bir macera oluyor. Alessandro Baricco’nun daha önce Can Yayınları’ndan yedi kitabı yayınlanmış. Atlamışım, gözüme çarpmamış. Emmaus, bu yıl yaz sonuna doğru yayınlanan son kitabı.
Emmaus’ta küçük bir kasabada yaşamakta olan yaşları onyedi onsekiz civarlarında dört İtalyan gencini okuyoruz. Santo, Bobby, Lucca ve O. Hikayeyi O’nun ağzından dinliyoruz. İlk sayfada bir trafik kazasına şahitliğimizle başlıyor her şey. Aslında bu kaza hikayenin tam ortasına denk düşüyor. İlerleyen sayfalarda hikayenin öncesi ve sonrası durağan, heyecansız bir dille, günah çıkarır gibi anlatılıyor.
Bu dört genç taşrada, ailelerinden aldıkları koyu Katolik eğitimle çerçevesi çizilmiş kahverengi-gri bir yaşam sürmektedirler. Dışarıda başka bir yaşam olduğunu bilmelerine karşın bunu tecrübe etmeye hem sosyal konumları gereği izinleri yoktur, hem de cesaretleri. Uzakta adı Andre olan hayatlarını renklendireceğini bildikleri ama yaklaşmaktan çekindikleri bir parıltı vardır.
Bobby, Lucca ve Santo hakkında bir hikaye bu aslında çünkü O, hakkında çok da bir şey öğrenmiyoruz. Bobby, bu dört gencin Pazar ayinleri sırasında müzik çaldıkları grubun bas gitaristidir. Santo, papaz olmak istemektedir. Lucca ise kimseye belli etmeksizin, görmezden gelmeye çalıştığı aile sorunları ile boğuşan, diğer üçüne göre O’nun kendine daha yakın hissettiği arkadaşıdır.
Bu dört genç ateşin cazibesine karşı koyamayan pervaneler misali Andre’nin çekimine çaresiz kapılırlar. En büyük günahı işlerler, inançlarını sorgulamak zorunda kalırlar. Almış oldukları Katolik eğitim onların akıllarını ve duyularını bağlar ve ateşe ne kadar yaklaşmaları gerektiğini bilemedikleri için birer birer ateşe düşerler. Geride sadece O sağlam kalmış gibi görünse de asıl büyük enkazın altında ezilen O’dur.
Emmaus, İncile’den alıntı bir hikayenin aslında modernize edilip başka bir şekilde anlatılmış hali. Bize bir olay olup bittiğinde sorduğumuz nihai soruyu aslında başından beri içimizde taşıdığımızı ancak olayın oluşu esnasında gözlerimizin körlüğü ile ancak görmek istediğimiz kadarını görüp sormamız gereken o soruları soramadığımızı ve sonunda elbette ‘Nasıl göremedik, tüh’ diye yazıklanışımızı anlatıyor.
Başta söylediğim gibi bir çeşit günah çıkarır gibi bir anlatı bu ve belki de biz okuyucu olarak o papazız.
Kitabın konuşur gibi dilinin yalınlığını sevdim. İnsan onsekiz yaşını geriye dönüp nasıl anlatırsa öyle.
Şimdiki anlamıyla olmasa da muhafazakar anne-babanın, İstanbul’un uzağındaki bir ilçesinde büyümüş çocuğu olarak anlatılanlar fazla tanıdık gelmiş olacak ki, o yılları ucuz atlatmışlığıma sevindim.