Etiketler
Hay bin kunduz! Geçtiğimiz hafta kendimle ilgili önemli bir şey olmuştu ve ben size anlatmayı unuttum.
Birkaç hafta önce http://www.edebiyathaber.net adlı site yeni bir uygulamanın çağrısını yaptı. Heveslileri bir adet kısa film üzerine yarım sayfalık öykü yazmaya çağrılıyorlardı. Videoyu izledim, yazdım, gönderdim.
Editoryal değerlendirme gönderilen öyküler içinden onsekiz öyküyü yayınladı. Benim yazdığım RENKLER adlı öykü de seçilenler arasındaydı. http://www.edebiyathaber.net/videooyku1uygulama.html
İnsanlar uzun şeyler okumaktan giderek uzaklaştığından olsa gerek kısa öykülerin popülaritesinde bir artış görüyorum. öykü yazmak zor, kısa öykü yazmaksa daha zor. Bu konu hakkında teorik ve kuramsal tartışmayı derhal erteleyerek size söz konusu videonun linkini veriyorum. Önce videoyu seyredin, sonra da benim yazdıklarımı okuyun. Eğer üşenmeyip fikrinizi de söylerseniz mutlu olurum. http://www.youtube.com/watch?v=85HDu87TGy0
Bu arada bugünkü yazının başlığı da bayağı ironik oldu. 🙂 Öyküyü okuyunca anlarsınız.
RENKLER
Ufak tefek unutkanlıklarla başladı her şey. Eh, yaşlanmıştım. Ben unutuyordum ama yıllar kendilerini unutturmamak için çizgilerini bırakmışlardı bana. Oysa yakın zamana kadar hiç fark etmemiştim yılların bendeki izlerini.
Olurdu elbet böyle unutkanlıklar. Misal lokalde nice zamandır karşılaşmadığım devre arkadaşlarımdan birini görünce adını hatırlamamam kadar doğal ne olabilirdi ki! Ama… Birkaç gün evvel kızımın adını çıkaramayıp hatta onu sultanımla karıştırdığımı bile fark etmememe ne demeli? Öyle, dedi torunum. Büyümüş de küçülmüş Cimcimem’in annesini ninesi ile karıştırmışım. Sahi, benim kaç torunum vardı?
Beni bırakıp da gitmezden evvel Gül Sultan’ımla yürürdük sabahları. Kışsa çocuğuymuşum gibi kaşkolumu sıkı sarıp sarmadığımı kontrol ederdi kapıdan çıkmazdan evvel. Önce alış-veriş için sabit pazara giderdik. Karıştırmazdı beni mutfağın hesap işlerine. Başta mutfak hesabına karışmıyordum ya, onca yıl muhasebecilikten sonra bıkmış, emekli olduktan sonra hesap kitap işlerini Gül Sultan’ıma bırakmıştım. Akıllı kadındı vesselam. Hele ki son zamanlarda iyice her şeyi idare eder olmuştu. Bir keresinde yeni paraları tanıyamayıp da para makinesi ecnebi parası verdi diye telaşa düşünce benim emekli aylığımı da o çekmeye başlamıştı.
Sonra bir sabah uykusundan uyanmadı Gül Sultan. O beni bırakıp gittikten sonra her şey sanki daha bir bulanıklaştı. Ben yirmi yıl önce bu hayattaydım da, dün var mıydım?… Hatırlamıyorum.
Haftalar sonra bu sabah ilk kez dışarı çıktım. Büyük oğlan, yoksa ortancası mıydı, sıkı sıkı tembihlemişti tek başıma dışarı çıkmayayım diye halbuki. Ben çocuk muyum ki kaybolayım sokaklarda? Biraz dolaşacaktım. Aşina sokaklarda yürürken her döndüğüm köşede hayatım ayaklarıma kelepçeleniyordu sanki. Üşür gibi olunca fark ettim havanın soğuduğunu. Gül Sultan öleli ne kadar olmuştu, kış ne zaman gelmişti?
Yokladım, kaşkolumu unutmamıştım. Hasta olursam üzülürdü Gül Sultan’ım. Gül Sultan aklıma gelince içim daha bir titredi. Hatıralarımda nedense bir türlü yaşlanmamıştı o, hep ilk zamanlardaki gibi genç kalmıştı.
Her yerinde anılar olan bu sokaklarda dolaşmayı daha fazla kaldırmadı içim. Aklımda uzak geçmişten canlı, yakınlardansa soluk renkli anılarla eve geri döndüm.
Daha uygun bir başlık olamazdı bu yazıya:) Çok begendim, gayet güzel ve öz anlatmışsın, seninkinden de güzel bir kisa film çekilirdi 🙂 rahmetli ananemi hatirlatti yazın bana. Ananem 100 yasinda vefat etti, ölmeden önceki son zamanlarinda belki 80 sene önce kaybettigi ilk 2 çocuguna aglardi ama diger taraftan bizleri hatirlamamaya baslamisti. Çok aci gerçekten insanın sevdiğini öyle kendini ve çevresini bilmez olarak görmek. Çok duygulandim simdi aglayacagim…Sevgiler…
Yaa…öyle bir hastalık ki hastanın değil de yakınlarının hastalığı aslında. Öyle bir hastalık ki kişi hasta olduğunun bile farkında olmuyor.
İş icabı konuyla ilgili çok heyecanlandırıcı bir projeye başlamak üzereyim.
Ağlama….bir gün hepimizin başına gelebilir.
Sevgiler.