Etiketler
Geçen hafta perşembe günüydü. Bir gece önce şirketin yıl sonu yemeği vardı. Herkes gibi gece evde değil de Taksim’de otelde kalmıştım.
Anadolu yakasında bir alışveriş merkezinde yeni yıl alışverişini yapmıştım. Üzerimde hala gecenin ağırlığı vardı. Ellerim hafif, çoğu oyuncak poşetleriyle doluydu. Öğlen olmasını bekliyordum. İstemeye istemeye D&R’a girdim.
Birkaç haftadır hiçbir şey okuyamıyordum. Elime aldığım kitabı bitiremeden bırakıyordum. Öyle raflar arasında dolanacak, vakit geldiğinde de çekip gidecektim.
Uzunca bir süre, yarım saatten fazla amaçsız bir o rafa bir bu rafa bakarak gezindim. Baştanbaşa gidip bitirdiğimde saatime baktım. Biraz daha oyalanmalıydım. Baştan yeniden başladım. Sonra birden orada durakaldım. Vakit de tamamdı, ben gidene kadar Defi öğlen yemeğini yemiş olurdu.
Defi’yi öğlen uykusuna yatırdıktan sonra Mucizevi Mandarin’i okumaya başladım. Bir kadın Cenevre sokakalarında geceleyin dolaşıyordu. Bir gözü, sol gözü yok olmaya yüz tutmuştu, kararlıydı. Gölgelerin içinden gri çizgiler çekerek ilerliyordu sağlam gözü. Zayıf, kırılgandı, perperişandı. Belki de iki gözün gördüğü fazla geldiği için, tek gözle yaşamak daha mümkün olduğu için vazgeçmişti bir gözünden. Anayurdundan uzakta, gönüllü bir sürgündü. Her sürgün gibi onun yokluğunda oralarda yaşamın sanki o orada hiç var olmamışcasına devam ediyor olmasının verdiği terk edilmişlik duygusu içinde onu tüketen azgın bir ağaç gibi büyüyordu. Ağacın dalları göğe doğru uzandıkça kadın Cenevre sokaklarında hiç var olmamış, adsız kalmasın diye ad verilmiş bir sevgilinin kollarında hiç bulamayacağı şefkati arıyordu.
Sonra kadın kendine aşık bir adama dönüşürken ona bir mağarada ölümü seçen yalnız bir Kızılderili’nin ruhu eşlik ediyordu.
Bir adam karlı bir kış günü, Anadolu yakasında bir taksinin içinde elinde açmaya cesaret edemediği bir mektupla bir zamanlar Kızılderili yabansılığına aşık olduğu ama artık ömrü tükenmiş bir kadına doğru giderken bu kadının kıraç topraklardan getirdiği rüzgar Mont Blanc’ın tepesindeki karların saydamlığına karışıyordu.
Aslında şefkat, bazen nasıl da ona en çok gereksinim duyanları paramparça ediyordu.
Mucizevi Mandarin, bir kere gittiğim, geçirdiğim beş günün sonunda ben burada yaşarım dediğim, Leman Gölü’nün kıyılarında yürürken Constance’ın ve Affad’ın izlerini sürdüğüm Cenevre havasını taşıdı bana. Eski şehir’de yeniden dolaştığımı hissettim. Rhône üzerinde göle en yakın köprüde durup Mont Blanc’a baktım. Güneşli bir öğleden sonra Place du Molard’daki Café du Centre’da moulle yerken yanında iki kadeh beyaz şarap içtim. Kokteyl içkinin verilmediği kulüplerden Kempinski Otel Java Kulüp’te sabahın ilk ışıklarına kadar dans edip eğlendikten sonra taksiye binerken gölgelerin arasında sol gözü sargılı bir kadın gördüğümü sandım, sarhoşluğuma verdim.
Aslı Erdoğan, varlığını uzun zamandır bildiğim, takip ettiğim (?) ama daha önce okumadığım bir yazardı. Belki duruşundan olsa gerek içimde bir çekince vardı. Mucizevi Mandarin’i okuduktan sonra belki de zamanı değilmiş diye düşündüm . Cenevre’yi görmeden okumuş olsaydım ne hissedeceğimi de merak etmedim değil doğrusu.
Kitabın arka kapağında okurlarınca “geleceğe kalacak elli yazar” arasında sayıldığı belirtiliyor. Yeni bir Aslı Erdoğan okuyucusu olarak ben de öyle olacağını düşünüyorum.
Bazı okurlara dili, anlatımı kasvetli gibi gelebilir ama ben sevdim. En çok da içinden nasıl geliyorsa öyle anlatmasını sevdim.
Şimdi Kabuk Adam’ı, yazarın ilk kitabını merak ediyorum. Yazarın öyküde başardığı zor şeyin, parıltının huzmelerini romanda keşfetmeyi umuyorum.