Etiketler
Daresh, film tanıtımı, film yorumu, içsavaş, incendies, Lübnan, Radiohead, sinema, sinema filmi yorumu, İstanbul Film Festivali
Dün gece bir film seyrettim. Adı Incendies. Yetenekli film adı bulucular bizim seyrettiğimizde İçimdeki Yangın diye, bir başka arkadaşın seyrettiğinde ise Yangınlar diye çevirmişler. Adı önemsiz bir film bu.
Daha önce çeşitli festivallerde gösterildiğini ve bazı ödüller kazandığını seyretmeden biliyorduk. Seyrettikten sonra geçen yıl İstanbul Film Festivali’nde gösterildiğini, bayan oyunculardan birinin konuk olduğunu öğrendik.
İstanbul Film Festivali’ne gitmeyeli uzun zaman oluyor. Hatırladığım son gidişim 1997’deydi ve unutamadığım çok güzel, Hollanda yapımı bir film seyretmiştim. Adını şimdi hatırlamıyorum.
Giriş yine uzadı, değil mi? Her zamanki gibi…
Oyuncular: Lubna Azabal, Mélissa Désormeaux-Poulin, Maxim Gaudette, Rémy Girard, Allen Altman
Yıl: 2010 / Kanada Yapımı
Filmin ilk sahnesinde bir pencereden bir palmiye ağacı görülüyor. Rüzgarla hafif hafif sallanıyor palmiye ağacının yaprakları. Kamera palmiye ağacında kaldıkça, ‘Eyvah,’ diyorum. Yoksa yine benim kapasitemi aşan, palmiye ağacının yaprakları arasında saklanan derin manaları göremeyeceğim bir film mi bu, diye korkuyorum. Sonra kamera pencerenin iç tarafına, odaya dönüyor. Çeşitli yaşlarda erkek çocuklarının kafalarının makineyle gelişigüzel traş edildiğini, sağda solda üst başları düzensiz, asker kılıklı, eli silahlı adamlar olduğunu görüyoruz. Yine durmuyor beynim, çocuk askerlerle ilgili bir film olduğunu düşünüp, devam edip etmemekte tereddüt ediyorum. Yere dökülen saçlar arasında çocuklardan birinin topuğunda üst üste üç nokta şeklinde bir dövme görüyoruz.
Ben kendimle cebelleşirken genç bir kadın ve bir erkeğin birilerinden kaçtığını görüyorum. Doğa, bitki örtüsü öyle tanıdık ki, bizim güneydoğuda bir yer olduğuna yemin edebilirim. Sonrasında bu iki gencin önünü iki erkek kesiyor. Kadında bir telaş var, biliyor ki önlerini kesenler onları öldürmeye kararlı. Yanındaki adamı sevdiğini söylüyor. Adamlar, “Adımız kirlettin,” diyorlar. Tamam, diyorum. İşte töre cinayeti. Genç çiftten erkek olanını orada öldürüyorlar. Tam silahlar kadına doğrulmuşken yukarıdan bir yerden yaşlı bir kadın beliriyor, adamları kovalıyor. Adamların çekip gitmesinden yaşlı kadının sözü geçen biri olduğu sonucuna varıyorum. Yoksa gözünü kan bürümüş adamları kim, hele ki yaşlı bir kadın, nasıl durudurabilir?
Yaşlı kadın, genç kadının büyükannesiymiş. Bir taraftan dövüyor torununu, bir taraftan ağlıyor. Torunu hamile olduğunu söylüyor. Bir feryat figandır gidiyor.
Genç kadın, büyükannesinin himayesinde ama yemeden içmeden kesiliyor. Büyükanne üzüntüde. Etraftaki objelerden Hıristiyan olduklarını anlıyoruz. ‘Süryaniler mi, acaba?’ diye geçiriyorum içimden. Büyükanne, “Bebeğini doğurana kadar kal burada ama sonra Darwsh’e gidersin. Dayının yanına gönderirim seni, üniversite okursun,” diyor. Söz verdirtiyor kadına üniversite okuyacağına. Hemen google’lıyorum. Bu Daresh neresi?
Neval çocuğunu doğuruyor, büyükaanne çocuğun topuğuna dövmeyle üstüste üç nokta koyuyor. Bebek kimliği belirsiz bir kadınla birlikte gecenin karanlığına karışıyor.
Aslında bu hikayeyle eş bir hikaye başladı ve ben hikayenin bu kısmına dalıp diğer kısmını anlatmayı unuttum.
Diğer tarafta Fransızca konuşan bir ülkede bir noter iki genç insana bir vasiyet açıklamasında bulunuyor. Ölen kadının adı Neval Merwan. Gençler de onun ikiz çocukları. Neval, noterin on sekiz yıl sekreterliğini yapmış. Ardında iki çocuğuna iki zarf bırakmış. Biri kızı Jeanne’e babasına, diğeri oğlu Simon’a ağabeylerine ulaştırılmak üzere. İşin garibi çocuklar babalarının çok uzun zaman önce öldüğünü zannetmektedirler ve bir ağabeyleri olduğundan habersizdirler. Simon, kafadan reddeder ama matematikçi olan Jeanne bu çok bilinmeyenli denklemin büyüsüne kapılıp annesinin geçmişinin izlerini sürmek üzere yola düşer.
Jeanne, Lüban’da (bu kıyağımı unutmayın sizi google’lamaktan kurtardım, orası Lübnan’mış) her aşamada aslında annelerini hiç tanımadıklarını, Lübnan’da iç savaş yıllarında bambaşka bir yaşam savaşı verildiğini, hatta annelerinin orada sağkalmasının bir mucize olduğunu öğrenirken adeta bir sarmalın içine yuvarlanır. Sonunda, babasının kim olduğuna yaklaşır ama tam gerçeği tek başına omuzlamaya cesaret edemez ve ikizi Simon’u çağırır. Sıra Simon’un kayıp ağabeylerini bulmasındadır. Simon ağabeylerini bulduğunda ulaştıkları gerçekse yutulamayacak cinsten, demirden bir tenis topudur.
Hikaye Neval’in yaşadıkları ile Jeanne ve Simon’un günümüzdeki arayışları arasında flash-back’lerle sürüp gidiyor.
Atlanmayacak detayı unutuyordum, filmin müziklerini. İlk o palmiye ağacı sahnesiyle Radiohead başlıyor ve her can alıcı yerde bir Radiohead şarkısı eşlik ediyor.
Son iki dakikada nasıl söyleyeyim, içimden böğüre böğüre ağlamak geldi. Hissettiklerimin tam tarifi bu. Yine de duygularımı dizginlemek zorunda kaldım, evde çoluk çocuk var diye sessiz gözyaşları döktüm. Filmi izleyip bitirdiğimizde saat 11:30’du, üstüne yattık uyuduk. Sabah gözümü açtığımda ilk aklıma Neval, Jeanne ve Simon geldi. Öğlen olduğunda hala üstümde derin bir hüzün vardı.
Öyle yani…