Etiketler
e-posta, evden çalışmak, home office, internet alışverişi, kahve falı, kar, peynir, Türk kahvesi
Oldum olası hayalini kurduğum bir şeydi home office çalışmak. Üst baş derdi, trafik derdi olmayacak, şöyle keyfimce çalışacaktım. Gelin görün ki, 2 günlük kar mahsuriyeti sonucunda bu fikrimden, isteğimden hemen hemen vazgeçtim.
Geçen hafta Perşembe ve Cuma günleri okul tatil olduğu için hem ben çocuklarla biraz zaman geçireyim hem de anaeye fazla yük olmayalım diye izin almıştım. Aslında amaç tüm haftayı izin almaktı ama toplantı, seyahat vs. yüzünden bölmek zorunda kaldım. Neyse o iki gün güzel geçti. Cuma günü de beklendiği gibi kar yağmadı.
Pazartesi günü artık işe gidecektim. Sabah uyandığımda arabaların üstünde kar örtüsü vardı ama yol fena değildi. Ben de biraz oyalandım, kızı okula bıraktım ve Kavacık’a gitmek üzere TEM’e çıktım. Tır parkına kadar yoğun ve ağır şekilde de olsa ilerledik, tır parkından sonra boğaza doğru yaklaştıkça kar iyiden iyiye bastırdı. Tem’de yol kar tutmaya başladı. Tem’den Kavacık sapağına geldiğimde araçların yokuşu çıkamadıklarını, ardlarında uzun bir bekleyen araç kuyruğu oluştuğunu gördüm. Derhal karar verdim ve kavşağın üstüne çıkıp gerisin geri eve döndüm. Dönerken de akşama karın durumu nice olur diye bilemediğimden Defi’yi okuldan aldım. Komikti. Sekizde bırakmış, dokuz buçukta kahvaltısını henüz bitirmişti ki almıştım. Ataşehir’e geldiğimde karların iyice eridiğini görünce, durduk yere okul kırmış çocuk psikolojisi her yanımı sardı ve günboyu evdeyken de yakımı bırakmadı. Şükür öğleden sonra kar kuvvetlendi ve benim suçluluk duygum hafifledi.
Eve gelir gelmez bilgisayarımı açtım ve hemen şirkete bağlanıp çalışmaya başladım. Pazartesi anane bizde olduğu için çocuklar çalışırken beni fazla etkilemedi. Çalışmaya ara verdiğimde yaklaşık 5 saattir ara vermeden çalıştığımı görüp hayretler içinde kaldım. Böyle bir şey normal ofis şartlarında mümkün değildi.
Hele ki, dün saatin 12:45 olduğunu ve hala yemek yeme ihtiyacı duymayıp dört saattir kesintisiz çalıştığımı fark edince şaşırıp kaldım. Ben ve yemek yemeyi unutmak, bu nasıl olmuştu? Böyle bir ay geçirsem, kilo verebilir miydim?
Home office düzenindeki çalışma sırasında kendimden hiç beklemeyeceğim bir disiplin ortaya koydum. Doğaldır ki bu disiplin beni sıktı ve bir gün daha dayanamayacağıma karar verdim. İki günde ofisle ilgili bir sürü şeyi özledim. Mesela;
– Kızlarla internet alış-verişi muhabbeti yapmayı.
– Sabah kahvaltı grubumuzu
– Öğlen uzun masada yenen yemekleri (Yemeklerin kendilerini değil ama)
– Yemek sonrası Türk Kahvesi içmeyi
– O günlerde gerektiren durum varsa kahve falını
– Sigara molalarını
– Oda arkadaşımla aralarda ufaktan kaynatmayı
– Çalışırken müzik dinlemeyi
– Öğleden sonra ona buna gelen markafoni, trendyol, vs kutuları başına toplanıp yorum yapmayı
– Tuvalet ve mutfakta ayaküstü yapılan muhabbetleri
– Patrondan bir konu ile ilgili mail gelince kapısına dayanıp en az beş maddelik itirazlarımı sıralamayı (bu süre içinde bunları hep e-posta olarak yazmak zorunda kaldım)
– Kahveden usanıp çay içmeye yeltenip çay içimi bulantınca sonunda yeniden kahve içmeye karar vermeyi
– Akşamüstü karnım iyice acıkıp akşama gidince ne pişirsem diye kurmayı
– Yolda giderken ve gelirken düşüncelerimi kendi hallerine bırakıp daldan konmalarını
– Peyniri özlemeyi (açıklama: evdeyken acıktığımda genelde peynir atıştırırım da)
– Ofis koltuğumu ( iki gün boyunca mutfaktaki masada açılır kapanır tahta sandalyede çalışmaktan sonunda kendimi Hint Fakiri gibi hissetmeye başlamıştım)
– Akşam olsa da eve gitsem hayalini kurmayı…. diye uzar gider bu liste.
Sonuçta bugün ofise büyük bir hasretle gittim. Arabayı çıkaramadığım için gidiş biraz zahmetliydi. Mutlaka gitmem gerektiği için akşamdan taksi durağını arayıp taksi istemiştim ama bildiniz, gelmedi. Yürüdüm. E5’e çıkan köşede bekledim. Baktım gelen taksilerin hepsi dolu, biraz daha aşağı yürüyüp caddeye çıktım. Önümden geçen ikinci taksiye bindim. İnanılmaz şekilde her gün 50-60 dakikada gittiğim yolu 20 dakikadan az sürede gittim. İş dönüşünde de servise bindim ve uzun zamandır söyleyip durduğum servis kullanmanın ne konforunu yaşadım.
Kar çocukken güzel de, insan büyüyünce eziyet oluyor, hele ki İstanbul’da…. İşe gitmek olmasa büyüyünce de kar güzel olabilir. Ben diyorum, bu çalışmak bana göre değil…
Valla ben evden çalışabileceğimi hiç sanmıyorum. Bir kere kendi masam, sandalyem olmalı. Gün ışığı içeriye sağdan girmeli. Elektrikli su kaynatıcım turuncu renkli olmalı. Karşımda dünya haritası olmalı. Zaman zaman koridordan insanlar geçmeli. Asansör “çınnn!” etmeli arada bir. Zor yani benim çalışmam, zor…
Valla dediğim gibi bana cazip gelirdi ama hiç cazip değilmiş. Şimdi olur da gelecekte olursa korkusu yaşamaya başladım. Malum birkaç yıl sonra ofis çalışanlarınının bir kısmının home office part-time’a döneceği söyleniyor.
hiç birimiz çalışmayalım.. =)
gerçi ben her bir gün işe geldim.. ve şaşılacak şey ama bin yıllık diz omuz bel ağrıları ile.. muayeneye gelen bile oldu.. ben hep bu hastalara şaşarım.. durdur .. istanbulun kara teslim gününde gel muayeneye.. hayır turizmciler bile ben erken çıkıcm bugün diyor ben altıotuza randevu veriyorum.. tombul teyzenin kireçlenmesine.. =D..
olsun varsın.. home office nası olur ki diye hep merak ederdim kendime değil elbet.. genelde.. demek fena da olmuyor muş..
trafik süperdi üç gündür.. on dakikada geliyorum ben de işe.. mutluyum =D..
Ben de doktorkene, hele de asistanken çalıştığım hastane eve yakın diye bata çıka yürüyerek giderdim. Hoca “Kimse gelmese de Selgin gelir hastalara bakar,” derdi. Gitmezsem aklım kalırdı serviste yatanlarda. Servistekilerin işi bitince de polikliniğe iner, işte o dediğin hastalardan yıllardır süren baş ağrıları ve baş dönmelerini beklerdim. Özellikle de başı dönmesine rağmen karda buzda düşmeden gelmelerine hayret ederdim.
Altı otuz randevusu, dizleri kireçli, tombul teyze. Ya gelirken o koca vücut dengesini sağlayamazsa diye düşünmeden edemedim ve içim bir acayip oldu. Belki de bi tür insanın kendine kendine ispatı.
Çok sevmedim home office çalışmayı ama ara ara alabilirim.
Dün Bostancı’dan taksiye bindim. Senin blog yazını açtım, okudum, yorum yazdım ve henüz gönderememiştim ki, Kavacık’ta bizim plazanın önündeydim. Süperdi trafik, süper…
Emekliyim çocukluğumdaki kar keyfini yine yaşayamıyorum. Oğlum işine nasıl gidecek düşüncesi ve kızımın son ana kadar iptal edilmeyen sınavları yüzünden çayımı kahvemi aiıp cam kenarına yayılıp bir keyif çatamadım.
Yapma ya…Aslında doğru. Ben de hep anneme “Hayatı hızlı ileri sarsam da senin şimdiki yaşına gelmiş olsam,” diyorum. Diyorum da kadıncağız benim yüzümden rahat rahat evinde oturamıyor, sabahın köründe yollara düşüp karda çamurda geliyor ki çocukları bırakıp işe gidebileyim. Bu hep de hava kötüyken çocuklar okula gidemediği için oluyor. Ben yine de buna çoktan razıyım. Düşününce bile gözlerim doluyor. Çocuklarım büyümüş, iş güç sahibi olmuşlar, çoluk çocuğa karışıp, iyi kötü bir düzen kurmuşlar…Şimdi hayal bile etmesi inan çok zor çünkü öyle uzakta görünüyor ki…
Bugün benim markafoni kutumu kaçırdın canim sahane seyler aldim! bi gün ofise firfirli kokosh bir elbiseyle gelicem artik mecbur 😉 ayrıca kahve forerver diyorum. Ve ayrıca sabah kahvaltı grubunuzu sevsinler 🙂 sunu brunch yapın ben de geleyim diyorum :)) şimşuan çalışmak konusunda yorum yapmak istemiyorum zira nefesim daralıyor ;)) Ve ayrıca, yazılarınızı begeniyle takip ediyorum 🙂
Demee…ben o paketleri dün öğleden sonra sizin katta girişteki deskin önünde görüp, “Ooo…markafoniler gelmiş,” demiştim. Bileydim, biri senindi, yanında biterdim kutuyu açarken. Neyse, bir dahaki sefere.
Annem, senin durumun acıklı. Gerçekten. Sen home office hayali bile kuramazsın zira yazın plajdan kaldırılıp ofise gtirilmiş bi insansın. Korkuyorum yakında seni yukarı kata çıkabilmedne müsade eden uzunlukta bir zincirle masanın önüne bağlayıp arada masana yemek ve su koyacaklar…
Beni izlemeye devam edin..
(Şimdi gerçekten de içimde acaba şöyle ara ara blogda kısa ofis yaşamı ve insanları geyiklerinmi kıtırdatsam acaba diye geçirmedim değil. Valla çok eğlenceli olur…)
Tümden home-office değil belki ama kısmen home-ofiice, part-time ya da esnek zamanlı çalışmayı hep çok istemişimdir. Dönemsel olarak yoğunlaşan işim buna çok uygundu aslında. Dönem dönem sabahladığım işyerlerinde dönem dönem bomboş oturup mesai bitimini beklemek bana hep çok saçma gelmiştir. Bu düzende kendi zamanının kontrolü kendinde olmuyor insanın. Ne yazık ki Türk iş hayatı bazı istisnalar dışında buna hiç sıcak bakmıyor.20 yıllık iş hayatımda bu konuda hiç bir ilerleme olmadı Türkiye’de, olacağını da sanmıyorum. Sırf bu yüzden pes etmek üzereyim iş arayışlarımda.
Yani bence gelecekten korkmanıza gerek yok, bu ülke için daha çok uzak o günler
Bazı şirketlerde bu yılbaşı itibariyle kısmen home office, senek zamanlı çalışma denemeleri başlamış. Ben de bizim İK’ya aslında çok da kötü olmayabileceğini, hatta iyi olabileceğini deneyimimi paylaşarak anlattım. Tohumu ektim. bakalım ürün ne zaman boy verir, bekleyeceğiz..
Ben yaklaşık 10 senedir aralıklarla evden çeviri yapıyorum ve bazı bazı cinnet geçirme raddesine geldiğimi biliyorm. Sırf evden çıkmış olmak için de son 3 yazdır komik (ama gerçekten komik) bir paraya bir İngiliz otelinde resepsiyonda çalışıyorum ve işimi ne kadar seviyorum anlatamam. Sezon sonunda artık evden çalışmayı özlemiş oluyorum.. Ama sonra yaza doğru tekrar yaz günlerini özlüyorum.. Böyle böyle hayat geçiyor işte. Evden çalışmak çok ciddi bir disiplin gerektiriyor. Bazen evde bilgisayarın başına oturup çeviri yapmamak için neler yaptığıma inanamazsınız… Aklınıza gelen en sevmediğiniz ev işlerini düşünün hepsi bana dünyanın en zevkli işleri gibi geliyor. Hem sonra evden çıkmaya çıkmaya insan hırpanileşiyor. Mesela şimdi size yazarken üstümde üç gündür değiştirmediğim pijamamla oturuyorum. Tabii bunda benim Bodrum’da yaşıyor olmam ve kış vaktinde Bodrum’da gerçekten hayatın yavaşlaması da çok büyük rol oynuyor ama olsun. Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür. Evden çalışmak çok zor bir şey…
Çeviri yapmak ne meşakkatlidir bilirim. Bir zamanlar ben de çok yapmıştım. Sevmek lazım, çünkü alınan çıkarılan işin yanında alınan paranın lafı bile olmaz, bir de çevirmenden başka bir sürü kişi para kazanır. Ben günüz normal işimde çalışır, geceleri çeviri yapardım. Koca o zamnlar hem var, hem yok, oğlan küçük. Bazen canım çekiyor ama sonra diyorum yapmam gereken başka şeyler var. Mesela yeni öykülerime çalışmalıyım.
Resepsiyonda çalışmak fikri bence süpermiş.
Bodrum’da yaşamak bir sürü insana cazip gelebilir ama ben benzer bir şeyi tecrübe ettim, olmuyor. 10 ay dayanabildim ve gördüm ki ben metropol bağımlısıyım. AVM’siz, trafikte çile çekmeden, koş çocuğu okula bırak, akşam kim çocuğu alacaki diğerinin servisi zamanında geldi mi, markete uğrayıp alış veriş yapmalı, haftasonu ne aktivite yapsak olmadan yaşamam mümkün değilmiş.
Evden çalışmanın hırpaniliğini ben de sevmedim. Zaten meğilim var. Misal ofiste her gün serbest kıyafete geçtik geçeli iki pantolan, iki üst değiştirerek giyiyorum. Onca elbise, etek, ayakkabı, çanta enkaz gibi kaldı.
Öyle yani..
ofis derim, böyle de yazmıştım:)
http://paralamadefteri.blogspot.com/2011/05/ev-vs-ofis.html
“…sabahları aç karnına yediğim bir elmanın yanında içtiğim acı sade kahvenin tadı..” na karşılık sabah kahvaltı grubu ya da benim evden yapıp götürdüğüm kek, börek vs.yi yenilmesi sonrasında beğenenlerin odama uğraması ve tarif muhabbeti yapmamız. Evet, sen kesinlikle koç ben de kesinlikle yengeç burcuyum sevgili coraline. Aklıma bir soru takıldı, insan aç karnına elma yiyince daha beter acıkmaz mı?
Acıkabilirrr. Kan şekeri ile ilgili sanırımmm.
Ben bir ev kedisiyim. Ağırlıklı olarak evden çalışıyorum. Bütün gece çalışabilirim hiç sorun olmaz ama sabah kalkmak hayatım boyunca sorun olmuştu.
Salonumu ofis yaptım. Burada gerekirse görüşme de alabiliyorum.
Evim eski bina, kocaman camları var. Storlarımı tamamen açıp, kahvem elimde, karşı koltukta toplantıya gelmiş tadında bacak bacak üstüne atmış uyuyan tombiş kedim, yağan karı izleyerek çok keyifli. Laylaylom.
Yok ben o kadar home office almayayım. Muhtemeln beni bozar. Görüşme filan da alamam, malum bizim ev biraz çingene çalıyor, kürt oynuyor halinde yaşıyor.
Ama…koltukta yayılmış tombiş kediye çok özendim. Çocukken sobanın yanına koyduğum minderin üzerinde uyuklayışım geldi aklıma. Nedense..
Selgin, kusura bakma ama ben de seni mimledim. Ne demek mi? Gel bak bloguma…
Eee…bunun arkasında bunu 3 gün içinde 3 blogger’a iletirseniz blog takipçiniz 3 katına katlanır eğer yapmazsanız blog takipçiniz bir günde üçte birine iner gibi bir şey olmalıydı, değil mi? Eh, bu da benden olsun.
Ben çoğunlukla evden çalışıyorum. Durumumdan memnunum. Ama haftada 1-2 kere işe gitmezsem, o hafta sıkıcı geçiyor gerçekten de… İnsan sosyal bir varlık ne de olsa. Ama evden çalışmanın verimliliği de işyerind eolmuyor işte, maalesef…
Bence de arada işe gitmeli.
Kesinlikle evde çalışmak daha verimli, hele ki konsantrasyon isteyen bir konu/proje vs üzerinde çalışıyorsanız. Bir de ofise gidilen zaman kısıtlı olduğunda gereksiz toplantıların süresi de otomatik azalır.
Ben hep kendimden şüphe ederdim, kesin cıvıtırm diye ama anladım ki, performansım kesinlikle daha yüksek olur.
Fakültedeyken sabah kalkar çalışırdım. Bunu home ofise adapte ettiğimde mesela perşembe günleri iki saatliğine Erenköy Pazarı’na gidebilir, balığımı ve peynirimi anneme sipariş etmez, kendim alabilirim. Değil mi?