Etiketler
Şimdi size olayı anlatıyorum. Yer, bizim evin salonu. Zaman, Cumartesi öğlen saatleri, saat bir suları. Bir hafta yağan karın ardından güneşli bir gün. Henüz öğlen yemeği safhasına geçmemişiz. Kanepede oturuyorum, elimde ‘Yaşar’ olma adayı bir türlü bitmeyen örgüm var. Kararlıyım bu haftasonu bitecek. Televizyon açık. Ekranda Vedat Milor var. Çok bilen adamlardan biri olduğu için çok sevmiyorum onu. Zaten damak zevklerimizin de çok uyuştuğunu zannetmiyorum. Hele ki, yemekten sonra mekan sahibini karşısına alıp oturtmuyor mu, o insanlar da sözlüye kalkmış talebe misali karşılarında durmuyorlar mı, sinir oluyorum. Açtığımızda tam da böyle bir sahne var. Bir Japon lokantasında yemek yeni bitmiş. Sushiler filan yenmiş. Sushi yerim ama hastası değilim.
Bir ara bizim salonda ‘Pide yemeye gitsek mi?’ gibisinden bir laf dolaşıyor. Ben hiç dışarı çıkmak istemiyorum. Bir hafta evde kalınca tüm İstanbul sokaklara, yollara doluşmuştur, çile çekmeye değmez diyorum. Bir de kalkıp üst baş değişmek var. Yok kalsın.
O arada Vedat Milor, sushiciden sonra bir çibörekçinin önüne geliyor. Sazanmışım gibi, ‘Yuh, ne mide var adamda, ‘demek istiyorum. Böyle ara sokak bir yer burası. Şehremini’deymiş. Dükkanın önünde Vedat Milor çibörek ustasıyla konuşuyor. Bir ninesi varmış, tatarmış, o hayattayken yerlemiş çiböreği, o yüzden bilirmiş Vedat Milor çiböreğin iyisini, hasını, çibörekte çıtası yüksekmiş, ona göreymiş. Baştan ayarı veriyor ustaya yani. Usta da tam bildiğimiz bir Tatar akayı, uslu uslu dinliyor. Sonra Vedat Milor mutfağa giriyor, hamuru, eti, yağı kontrol ediyor.
Bu sefer bizim salonda ‘Bir çibörek olsaydı da yeseydik,’ lafı geçiyor. Oğlan ‘Off..olsaydı da yeseydik,’diyor. Saate bakıyorum. Çok geç olmayacağına karar veriyorum. Usulcacık, ‘Yapayım mı?’ diye soruyorum. ‘Yapar mısın?’ diye üstüme atlıyorlar.
Yaşar’ı yere, kanepenin yanına bırakıyorum, doğru mutfağa gidiyorum. Bir Tatar balası olarak sıvıyorum kollarımı, önce iki kase undan hamur yoğuruyorum. Hamur dinlenirken bir koşu markete gidip kıyma vs. eksik malzemeleri alıyorum.
İki kase undan on dört beze oldu. Olabildiğince düzgün açmaya çalışıyorum ama öyle uzun zaman olmuş ki hamur açmayalı, biraz yamuk oluyorlar ama beşinci altıncı bezeden sonra şekilleri düzeliyor. Aklıma ananem geliyor. Hamur yamuk açıldıysa nasıl kızardı! On dört beze az oldu ama yapacak bir şey yok. Ben yemem, olur biter.
Kızartmaya başlamadan önce hamurun yarısını içleyip hazır ediyorum. Tek başıma acemilikle hem kızartıp hem de içlemeyi yetiştiremeyebilirim. İçlerken azami çaba gösteriyorum ağızlarının tam kapanmış olmasına ama ilk kızarttığım patlıyor, ikincisi de…Dördüncüden sonra durum düzeliyor, acemilik işte. Yine ananem geliyor aklıma. Elli altmış tane kızartırdı, sonunda da “Maşallah, hiç çatlayanı patlayanı,” olmadı derdi. Çatlamaması lazım ki, etin sorpası, suyu, böreğe lezzet veren kısmı hamurun içinde kalsın.
İlkleri pişer pişmez alıp gidiyorlar. Kıymasının tuzu az olmuş diyorlar. Diyorlar ama pişirdiğim gidiyor. Sona doğru Defi geliyor, bacaklarıma sarılıyor. “Annecik eline sağlık, çok güzel olmuş,” diyor, yağlı ağzını üsütme sürüyor. Ben pişirmeyi bitirdiğimde onlar da yemeyi bitiriyorlar. Mutfak savaş alanı gibi. Bir tarafta tezgahta merdane, un…masada kullanılmış ama işi bitip dolaba kaldırılmamış malzemeler, batmış bir ocak.
Kendi kendime diyorum ki, ‘Ortalama akıllı bir kadın pide yemeye gider, hayatta da böyle işler açmaz başına.’
Benim yaptığım Vedat Milor’un çıtasını aşar mıydı bilemem…Merak da etmiyorum zaten.
Oğlan boş tabağını getiriyor mutfağa, ‘Süperdi, anne,’ diyor.
Ben süperim…
Bu ilk tek başına çibörek denememdi ve oldu. Evet, ben olmuşum demeyeceğim ama yaklaşmışım…
Tarif filan yok…çünkü ileri düzeydekilere tarif edilebilir, o da ancak uygulamalı olabilir. Yok, ‘Canımız çekti, bir yerimize bir şey olur,’ diyorsanız size kolay versiyonu önereyim.