Etiketler

, , , , , ,


Dün sabah uçağıyla Şanlıurfa’ya gittim, bu sabah demeyeyim, öğlen, döndüm. Giderken yanımda elbet bir kitap vardı. Bir gün önce okumaya başlamıştım, birkaç bölüm okumuştum.

Perşembe günü kısa filmimizin benim kendimi oynadığım sahneleri çekildiği için pek meşguldüm, check-in yapma fırsatım olmamıştı. Gecenin bir yarısında aklıma geldiğinde de boşverdim.

Sabah havaalanına vardığımda heyecanlıydım, çünkü Classic Plus’a yükselişimin şerefine ilk defa CIP salonunu bir başkasının kartına ihtiyaç duymadan kullanacaktım. Check-in yapılırken görevli acil çıkış isteyip istemediğimi sorunca sanki piyangodan küçük çaplı bir ikramiye kazandığım müjdesini almış gibi şaşırdım. Hemen kabul ettim.

Uçağa binip el bagajımı da yerleştirdikten sonra önü geniş, rahat koltuğuma kuruldum, elime kitabımı aldım. İnanmazsınız, sağ iki yanıma da kimse gelip oturmadı. Öyle geniş geniş, yayıla yayıla kitabımı, Halfeti’nin Siyah Gülü’nü okumaya başladım.

Bu benim okuduğum ikinci Nazlı Eray kitabıydı. Gerçeklere sımsıkı sarılmış, hatta yapışmış biri olarak fantastik kitaplardan oldum olası uzak durmuşumdur. Bir de nedense, Nazlı Eray benim için çıkık elmacık kemikleri, biraz fazlaca içten gülüşü, kırmızı kabarık uzun saçlarıyla kendisi de fazla fantastik görünüme sahip bir yazar olmuştur. Biraz şekilci olduğumu kabul ediyorum.

Bunda önce Kayıp Gölgeler Kenti’ni okumuştum. Kızıma hamileydim. 2008 yazıydı. Hastanedeki abukluklar yüzünden doğum sonrasına saklamayı planladığım izne erken çıkmak zorunda kalmıştım. Sonradan pek isabet olduğunu düşünmüştüm ya, neyse. İşte o sıcak yaz günlerinde, akşamüstleri önümde bir sürahi buzlu su ile yüz elli kiloluk bir insan irisini bile rahat ettirebilecek şezlonga giderek ağırlaşan bedenimi bırakarak okuduğum kitaplardan biriydi. Çok sevmiştim.

Halfeti’nin Siyah Gülü’nü de en az o kadar sevdim. Şöyle söyleyeyim, uçağın kalktığını ve indiğini fark etmedim. Kendimi Mardin’de Seyr-i Merdin’den şehri seyrederken buldum. Kral Darius’un koro şarkıcısı Meserret’e, önce Sylvia Pinal’in sonra da erkeklerin rüyalarını süsleyen Rüya Kadın Halfeti’nin Siyah Gülü’nün Luis Bunuel’e, gençliğinde çapkın bir yakışıklı olan yaşlı doktor Ayhan’ın oturduğu apartmana girip çıkan anlatıcıya aşkına şahit oldum. Uçak Şanlıurfa’ya indiğinde kitabın yaklaşık yarısına gelmiştim.

Gün boyu işimle ilgili olarak Şanlıurfa’da çalıştım ama aklım hep kitaptaydı. Akşam yemeği de bitip odama çıktığımda öyle yorgundum ki, kitap okuyacak halim yoktu.

Otel odasının kalın perdelerini geceden çektiğim için sabah her sabah uyandığımdan bir saat kadar geç uyandım. Perdeleri açtığımda güneydoğunun erken baharının ısrarlı güneşi gözlerime doldu. Bir bardak kahve yaptım ve bir saat daha okudum. Sonrasında kahvaltı ve dönüş için havaalanına gidiş.

Havaalanında işlemleri bitirip, güvenlik kontrollerinden geçtikten sonra bekleme salonunda bir yere oturduğumda Gece Salonu’nun müdavimi biri altı bezli olmak üzere, hafızaları kendilerini terk etmeye başlamış, evden kaçmış dört yaşlı erkek nasıl gideceklerini bilemedikleri Cebeci’ye gitmenin planlarını zihinleri el verdiğince kurmaya başlamışlardı. Bir ara Kral Darius Dara harabelerindeki sarayında televizyonda zidivaç programı izlerken neredeyse kocaman bir kahkahanın ağzımdan fırlamasına hakim olamıyordum.

Uçaktayken anlatıcıyla Halfeti’nin Siyah Gülü işi iyiden iyiye azıtmış, o rüya senin bu rüya benim geziyorlardı. Yaşlılar yaşanmamış yıllarının hesabını yapadursunlar bezi altlı Şevki Bey aniden hayatının artık kendisine ait olmadığı günü hatırlayıverdi. Haklıydı, o gün doğru gündü.

Kitap bittiğinde düşündüm, yakınlarda Mardin seyahatim var mıydı? Ya Nisan ya da Mayıs’ta bir tane var diye hatırlıyordum. Dara Harabeleri’ne gidemesem bile Seyr-i Merdin’e çıkıp bir bardak karanfilli gül şerbeti içmeliydim.

Gözlerimi kapadım. Şansım varsa bir rüya görürdüm ve kim bilir kim gelirdi rüyama? Belki de gözümü açtığımda, hayal bu ya, avucumun içinde seyir taşını bulurdum. Neden olmasındı?