Etiketler
Günlerdir yazmayı düşündüğüm ama ertelediğim bir yazının ilk satırları bunlar. Yazamamaktan değil de yazsam mı, yazmasam mı kararsızlığından erteledim. Biraz snob durma ihtimali var, biraz yine… dur, önyargı yaratmayayım. Madem başladım yazayım.
Başlıktan anlaşılacağı üzere son zamanların popüler mekanlarından ikisi üzerine görüşlerimi yazacağım. Aslında Günaydın son zamanlarda popüler olmadı, hep vardı. En azından Anadolu Yakası’ndaki varlığından ben on yıldır haberdarım. Hatta bir zamanlar kasap köftesine fena dadanmıştık. Pişmemiş alır, evde yapardık. Derler ki, Nusret o zamanlar Bostancı’daki dükkanda çırakmış, kalfaymış. Hatırlamıyorum.
Neyse, Günaydın’dan önce steak house olarak Dükkan vardı galiba, hala da var, hatta geçen hafta sonu Cadde’de yeni açılan yeri gördüm.
Günaydın’a yaklaşık iki ay önce gittim. Bir akşam, toplu bir yemek için oradaydık. Nusret’te benzer yemek organizasyonlarından iki tanesine farklı sebeplerle katılmamıştım. Gidenler çok anlatmıştı, ben de işte o akşam Günaydın’la yetinecektim, zira Nusret bize masa vermemişti. On beş kişiye vereceği masayı en fazla on dakika tutacağını söylemişti. Cuma trafiği göz önünde bulundurulunca risk alamadık.
Günaydın güzeldi ama akşamın sonunda sadece et yemiş olmaktan ötürü bende biraz tiksinti oluşmadı değil. Bu sebeple böyle tek et yemenin, et yemeyi sevmeme rağmen fikren bana uymadığına karar verdim. Yediklerimden beni en etkileyenin Beef Sushi olduğunu belirteyim. Carpaccio sevenler için adeta bir şölen. Bir de çok yaratıcı. Günaydın’la ilgili olarak son söyleyeceğim şey bizim büyük grubumuzla ilgilenen garsonun hem işinin ehli olması hem de bizi boğmaması takdire layıktı.
Gelelim Nusret’e. Geçen hafta salı günü öğlen saat 2’de randevumuz vardı. Dört kişi buluşacaktık. Ben işi şansa bırakmamak için erken çıkmışım saat 1’i çeyrek geçe oradaydım ve gözlerime inanamadım. Bu nasıl bir şeydi böyle? Tüm masalar doluydu, en az yirmi kişi ayaktaydı ve kapıya doğru yaklaşana herkes kafayı kaldırıp, çevirip bakıyordu, kim geldi? diye, sanki oraya gelen herkesin kendince bir ünü olması gerekmiş gibiydi. Misafir karşılamayla ilgilenen bayana nerede bekleyebileceğimi sordum. Beni aşağıya, bodruma indirdi. Bir yarım saat kadar yukarısıyla kıyaslanmayacak kadar tenha olan bu salonda oturdum ve kitap okudum. Okuduğum kitap bana kalsın, hiç bu atmosfere uygun değildi, hatta tezattı, diyebilirim. Arkadaşlarımdan birinin gelmesiyle yukarı çıktım, bir süre de onunla ayakta durarak bekledik. Çay içerken bir taraftan biz de olağan hale dahil olduk ve etrafımızı seyretmeye koyulduk. Hani biz iş yemeği için oradaydık ama sanırım bizim dışımızdakilerin birçoğu tam anlamıyla şekil için oradaydılar.
Saat ikiye beş kala, öncesinde boşalan bir yerde istasyon yaptıktan sonra, nihayet yemek yiyeceğimiz masaya ulaştığımızda ortalık bayağı bir tenhalaşmıştı. Bizden başka mekanda taş çatlasın on kişi kalmış, kalmamıştı. Huzurla yemek yiyebilirdik.
Tamam, kabul “lokum” güzeldi. Günaydın’dakinden farklı mıydı? Bence çok farklı değildi. “Spagetti” ilginçti. Son gelen tereyağlı kuzu sırtın üzerindeki tereyağlı, et suyunu olabildiğince çekmiş ekmekler lezizdi. Şarap Kayra Vintage Shiraz’dı. Tadı damağımda. Günaydın’da ne içtiğimizi hatırlamıyorum. O da güzeldi.
Nusret’te kapanış için double espresso ve paylaşmak üzere havuç dilimi istedik. Garson baklavaların İmam Çağdaş’tan geldiğini söyledi. O zamana kadar garsonun çok bilmişliğinden ve yemek prezentasyonundaki abartıdan bunalmış olacağım ki, artık “Koçak’ın baklavası daha güzel,” dedim ve garson bana sert bir bakış attı, “İmam Çağdaş’ın Gaziantep içinde bile şubesi yok,” derken bir taraftan da havuç dilimlerimizi ortadan ikiye ayırmış ortasına vanilyalı dondurma sürüyordu. Sonra iki parçayı yeniden birleştirip yanlardan taşan dondurmaları iyice bir sıvadı. Bu tatlıyla zorla dondurma yemek zorunda kalmak acayip sinirlendirdi beni. Zorunda mıydım ben böyle yemeğe, değil dondurma bulanmış tatlı, dondurma isteyip istemediğim bile sorulmadı.
Bu tür ekstra yemeklerden sonra kendime şunu soruyorum. Kendi paramla gider miyim? Günaydın’a belki ama Nusret’e hayır. Bir daha dondurmalı havuç diliminin öyle bir keyfi yok etmesine katlanamam. Hele ki gündüz vakti önündeki yemekleri değil de herkes herkesi gözleriyle yerken, asla! Bir de mekan öyle zorlama ve dar ki, hiç tanımadığım insanlarla dirsek dirseğe yemek yemek çok cazip gelmiyor bana. Zaten food-court’larda bunu daimi yapıyoruz. Bir de bir yemeğe onca para vermek israf. Çok annevari bir yaklaşım olacak ama onda veya bunda dört kişilik yemeğe verilen parayla neredeyse bir ay boyunca doya doya et yenir. Bir kere meraktan gitmeyi kabul ederim ama bizim gibi maaşlı insanların, iyi kazanıyor olsak bile, sonrasındaki tekrarlarını ne yazık ki özenti ve şeklinden memnuniyetsizliğe bağlı şekil edinme çabası olarak değerlendiririm. Kaldı ki, tarif ettiğim tipte kişi sayısı o gün öğlen hiç de az değildi.
Benim bu görüşlerimin ardında yurtdışında benzer yemeklerin daha güzellerini daha kişilikli ve abartısız yerlerde yemiş olmam da yatıyor olabilir.
Öyle yani…
P.S. “Kendi paramla gider miyim?” e olumlu cevap iki yer adı söyleyeyim, içim rahat etsin. Biri ‘Mikla’ diğeri de ‘Mısır Apartmanı 360’.