Etiketler
kitap tanıtımı, kitap yorumu, margaret mazzantini, okur notu, sakın kımıldama, sen dünyaya gelmeden
Ben bu kitabı sevmedim, diye kafadan direkt girerek başlayayım.
Belki de sevmemek değil de kitaba karşı bir şey hissetmemek demeliyim. Bitirdiğime, yarım bırakmadığıma göre sevmedim demem biraz fazla. Böyle hissetmemin tek bir sebebi var o da Gemma, yani baş karakter. Benim kitabı sevebilmem için illa da baş karakteri sevmem gerekmiyor ama bu sefer Gemma’yı sevmemek, onun dünyasını manasız bulmaktan ötürü kitapla aramda o sevdiğim bağlantıyı bir türlü kuramadım. Tabii bu durumun tek sebebi elbette Gemma değildi.
Belki Velida’ydı benim karakterim. Jovan’ın karısı ama o da öyle yan bir karakterdi ki kitaba tutunmama yetmedi.
Armando gibi bir adamın nasıl böyle Gemma gibi bencil, duygusuz bir kızı olmuştu, böyle bir kadına Diego gibi insan bir adam neden delicesine aşık olmuştu anlayamadım.
Sanki bu kitap uyumsuz ilişkiler yumağı gibi bir şeydi ve galiba yazar belki de bu yüzden çaktırmadan tam orta yere Velida ve Jovan gibi ideal bir çifti usulca bırakıvermişti.
Öyle ya, normal şartlarda Gemma ile Diego, Diego ile Aska, Goyko ile Gemma, Aska ile Goyko ancak bu kadar zorlama birarada olabilirdi. Lakin şartlar anormaldi. Şartlar savaştı ve insanlar savaşta ne pahasına olursa olsun yaşamda kalmaya çalışırdı. Bir de barış zamanı sürekli kendiyle savaşanlar, yolunda giden yaşamı sürekli didikleyerek yatağında akan nehri başka yönlere zorlayanlar vardır ki, bazen sonunda başarsalar bile yatağı değişen nehir büyük erozyonlara bile neden olsa, ‘buna değdi’ diyebilirler.
Her zaman hayata tutunmak ama onu fazla tırmalamamak gerektiğini düşünmüşümdür. Hayata uyum sağlamaya çalıştıkça hayat da kişiye bir süre sonra uyum sağlıyor gibime gelmiştir.
Kitap bittikten sonra şöyle düşündüm, Gemma bir çocuk sahibi olmaya böyle manyakça takıntılanmasaydı belki savaşın gerçeği değişmeyecekti ama en azından başta kendisi olmak üzere Diego, Aska ve Goyko’nun hayatı paramparça olmayacak, sonrasında geri kalanlar kör, topal, yamalı hayatlar sürmeye mahkum kalmayacaklardı. Belki de bu kitaptan elimize kalan yegane elle tutulur sonuç bu.
Bazen aşk Jovan’ın yaptığı gibi elli küsur yıl sonra sevdiğinin hayatta kalabilmesi için havada uçuşan mermilerin üzerine yürüyebilmektir. Bazen aşk Velida’nın yaptığı gibi sevdiğini sonsuz şefkatle sarıp bir kozaya alabilmektir. Ben galiba Velida ve Jovan’ı bu yüzden çok sevdim. Bir de Armando’yu unutmayacağım bu kitaptan.
Margaret Mazzantini geri dönüşlerin yoğun olduğu, bilinç akışı tekniğini kullanmış ve bence bir yerden sonra kullandığı süslü benzetmeler sırıtmaya başlıyor. Kimse kendi kendine düşünürken sürekli şu ve benzer cümleleri kullanmaz.. “Bu şehir cebimiz gibi, karanlıkta elimizi soktuğumuz ve derinden gelen sıcaklığını hissettiğimiz bir cep.”… veya “Acı içinde yüzüyordum. Beni incecik bir zar hayatta tutuyordu. Tıpkı sudaki yapraklarda yaşayan böcekler gibi, yerle bağlantım kesikti.”
Bana kalsa fazladan olan gereksiz kısımlar çıkarılsa ve 250 sayfa, hadi bilemedin 300 sayfaya indirilse çok daha vurucu ve çarpıcı bir eser ortaya çıkarmış ama anladığım kadarıyla okuyanlar benim sıkılıp bunaldığım bu ayrıntılardan büyülenmişler. Neyse…
Çevirmene de saygı gösteriyorum. Bazı yerlerde zorlandığı bayağı belli oluyordu ama bence iyi iş yapmış. Ellerine sağlık.
“Kitap ödül almış, filmi çekilmiş, hatta Penelope Cruz oynamış, ne çok biliyorsun,” diyebilirsiniz. Olabilir ama ben ısrar ediyorum. Malum, ukalanın önde gideniyim. Öyle yani…
P.S. Bu yazıyı yazarken Sakın Kımıldama’yı okuduğumda neler düşünmüştüm merak ettim. Beğendiğimi hatırlıyorum ama detaylar neydi acaba. Keşke eskiden de böyle yazsaymışım. Açar bakardım o zaman.
Beni ne Gemma, ne Aska, ne Goyko ne de diğerleri çok fazla etkiledi. Diego’yu biraz daha çok sevdim yalnızca, bir de senin dediğin gibi Armando’yu belki. Beni savaş etkiledi bu kitapta. Barış zamanı mütevazı evlerinde sıradan bir yaşam süren, belki yaralı bir kuşu iyi etmek için tüm varlıklarıyla çabalayıp öldüğünde gözyaşları döken sokaktaki insanların savaş sırasında nasıl bir canavara dönüşebildikleri etkiledi. Acaba içlerindeki kötü tohum muydu onları böyle yapan yoksa savaş şartları mı? Çevremdeki erkeklere bakıp savaş koşullarında nasıl olurlar diye sorgulamaya başladım. Küçücük bir kızken bile savaş lafı tüylerimi ürpertirdi, şimdi beynimi zonklatıyor.
Böyleyken böyle işte…
Aslına bakacak olursan hikayenin ana öznesiydi savaş. Seninle aynı şeyi ben de düşündüm, savaş olsa bizler nasıl insanlara ya da yaratıklara demeliyim, dönüşürüz, merak ettim. Hatırlıyorum da, büyük devletler ıradaki insanları resmen kaderlerine mahkum etmişti.