Bazen gerçekten endişeleniyor ve paniğe kapılıyorum. Dünyada acaba benim bilmediğim iyi yazan daha kimler var ve ben belki de onları hiç okuyamayacağım, diye. Bu endişenin bir versiyonu da ben öldükten sonra yazılacak ama okuyamayacak olduğum iyi kitaplar. Misal, Tirza 2006’da yazılmış. Bu yaşıma (bazı arkadaşlar bunu direkt telaffuz etmeme ayar oluyorlar ama 38 yaşındayım) değin yaşamdan uzaklaştığımı düşündürecek bir şey yaşamadım (burada bir ‘şükretmek’ gereği doğuyor, çünkü annemin içime atmış olduğu tohumun ardında ne kaldıysa aksi takdirde şükretmediğim neyse onun başıma geleceği korkusuna kapılıyorum) –bu cümleye bir edit lütfen!- desem de ilk araba kullanmaya başladığım ünüversite yıllarımda Sarayburnu’ndan denize uçma girişimimi untumamalıyım. Bunun dışında her şey olması gerektiği gibiydi. Senede bir, bilemediniz iki nezle, üç tonsillit, ortalama on üç dismenore. O kadar yani. Bir de düz yolda yürüken kendi kendime takılıp boylu boyunca yere çakılmalarımı unutmamalıyım.
Hadi varsayalım ki, o sabah karşı yolda iki yüz metre ötede arabalar kırmızı ışıkta bekliyor olmasalardı, kısa bir uçuşu takiben üstlerine konmuş olmam muhtemeldi. Sonrasını düşünmek bile istemiyorum. Hele ki ölmediğimi ve birilerinin benim o anlık alıklığım yüzünden öldüğünü. İşte, eğer o gün yaşam çizgim kırılsaydı, Tirza başta olmak üzere kim bilir hangi kitapları okuyamamış olacaktım.
Peh, derde bak! Değil mi?
Senede ortalama 50 kitaptan hesaplasak, 2012-1996 = 16, 50 x 16 = 800 (- %90) = 80. 80 çok be… 50 belki. (Bu arada 800 çok az göründü gözüme) Düşünsenize ne absürd bir durum, okuduğunuz ancak 20 kitaptan biri size “Woov!” dedirtiyor. Şimdi düşündüm de 50 bile fazla.
Neyse, iş fazla geyiğe sardı. Ben size Tirza’yı anlatacaktım ama giriş öyle uzun oldu ki, bırakayım yarına kalsın.
Ha, Tirza mı? Kalan 50 kitap vardı ya, işte onların içinde belki de 1 numara olan o! Öyle yani…