Etiketler

, , ,


Kitapların kendi iradelerini seviyorum. Bu nasıl bir şey diyeceksiniz, açıklayayım. Bence kitapların iradeleri ve bir ruhları var. Ruhları olduğu konusunda benimle fikirbirliğinde olanlarınız mutlaka vardır ama irade belki tartışılabilir. Ya da çerçeveyi darlaştırayım. Benim okuduğum kitaplar için bence böyle bir durum söz konusu olabilir.

Biraz karıştı galiba….

Şöyle ki, arada sırada burada okunmayı bekleyen yüzlerce kitaptan bahsediyorum. Bunlar sadece ismen yoklar, cismen de varlar. Bir şekilde satın alıyorum onları.  Onları hiç düşünmeden alabildiğim için bunca yıl çalışıp çabalamama değidiğini düşünüyorum. Tabii ki de aldığım hızla okuyamadığım için bir kenarda birikiyorlar. Bazen bazılarını hatırlayıp oldukları yerden çıkarıyor, sevip okşuyor ama sonra yine yerine koyuyorum, bazen de koymuyorum.  Kitabın alındığı yere geri konulmamasına da bence işte kitabın iradesi sebep oluyor.

Babamın Kitabı’nı neredeyse unutmuştum, bayağı bir arkalara sıkışmıştı.  Tirza bitmişti, Solar’ı okuyacaktım. Başucumdaki kitap yığınından Solar’ı ayırdım, diğer beş kitabı aldım, tuvaletten bozma kitaplığıma girdim, ütü masası üstüme düşecek gibi oldu, sol omzumla onu duvara yasladım, yer kovasını sağ ayağımın ucuyla öteledim ve elimdeki kitaplara okunmamışlar kitaplığında koyacak yer aramaya başladım. Birer birer onları bir yerlere sıkıştırırken alttan ikinci rafta arka sıradaki kitapların kaykıldığını gördüm, onları düzeltirsem oraya da iki kitap sığdırabileceğimi düşündüm. O rafa daha iyi ulaşabilmek için kapının ardına geçmem gerekiyordu, vücudumu biraz daha yer kovasının üstüne doğru çektim, elimdeki kitapları bacaklarımın arasına sıkıştırdım ve kapının arkasına geçmeyi başardım. Kitaplıkla kapı arasında bir tabure üstünde duran ilaç poşetini ve lazım olur diye mağaza poşetlerini katlayarak, kısmen nizami şekilde koyduğumuz torbayı kapının arkasında vücudumun kapladığı boşluktan arta kalan yere indirdim ve o rafa ulaştım. Elimle sıra başına doğru meyletmiş kitapları geri ittirdim ve  son kalan iki kitabı da tam koyacakken sırabaşının hemen ardında durmakta olan Babamın Kitabı’nı  gördüm, aldım sol koltuk altıma sıkıştırdım. Defi kapının önündeydi, , kapıyı açıp  içeri girememişti, kapının aralığından kafasını uzatmış “Anne!…orada n’apıyosun? Ben de gelebilir miyim?” diye soruyordu. “Çıkıyorum, sen çekil,” dedim ve bir klostrofobiği üçüncü saniyede öldürebilecek tuvalet kitaplıktan dışarı çıktım. Solar biraz daha bekleyecekti, Babamın Kitabı’nı okuyacaktım.

Babamın Kitabı “Benim babam komünisti.” cümlesi ile başlıyor. Anlatıcı, sözde komünist, ama gerçekten tam bir anti-faşist baba Karl’ın adını bilmediğimiz oğlu. Bir ara adı geçtiyse de ben unuttum çünkü Karl oğluna hiç adıyla hitap etmiyor. Tavşancık, farecik, ayıcık gibi isimler takıyor. Karl’la benim benzerliklerimden biri bu. Mesela ben de çocuklarıma sırıtkan fare, tonton balık kuşu gibi isimler takarım. Şimdi yazarken fark ettim Bizim Bey ise bize daha çok bitki kökenli isimler takıyor.

Karl’ın soyu evlerinin kapısında her biri içeride yaşayanlara ait olan tabutların durduğu İsviçre dağlarında bir köyden geliyor. Karl çocukken on iki yaşına gelip de erişkinliğe adım atışı kutlanacağı gün ailesi ile oturdukları şehirden çıkıyor, patikalardan yağmur ve dolu altında yürüyerek, büyük kireçtaşı anıtlarını geçip köye ulaşıyor. Kilisede törenin ardından aile büyükleri tarafından kenidisine beyaz sayfaları boş bir defter veriliyor ve o günden itibaren ölene dek her gün yaşamına dair yazması söyleniyor. Ne var ki, Karl öldükten sonra Karl’a göre normale yakın ama gayet anormal olan karısı Clara, Karl’ın ardında kalan döküntüleri çöp kamyonuna verirken boş birkaç sayfası kalmış bu defteri de veriyor ve babasının ölümünden sonra defteri okumaya hak kazanan oğlu bu şanstan mahrum kalıyor. Bunun üzerine oğlu kendi anılarına dayanarak babasının hayatını yazmaya karar veriyor.

Anlatılanlardan Karl’ın bir bibliyofil , kendisi için bazı yazarların vazgeçilmez olduğunu hatta Villon, Diderot ve Stendhal’e saplantı derecesinde bir sevgi beslediğini öğreniyoruz. Karl hafiften çatlak, eğlenceli, etrafında bir sürü sanatçıyla yaşayan bir adam. Sigarası neredeyse uyurken bile ağzının ucundan eksik olmuyor. Bir dönem kendilerine Grup 33 adını veren antifaşist ressamların sekreterliğini yapıyor, onların sergilerini düzenliyor. Etrafında kimsenin olmadığı zamanlarda ise daktilosunun başında işaret parmağıyle tuşlara tek tek vurarak sevdiği yazarların eserlerini Almanca’ya çeviriyor, bazen gün boyu bir cümleye takılıyor, takıldığı cümleyi istediği gibi kağıda geçirdiğinde ise hadsiz sevinebiliyor. Buna karşılık kitapların yanısıra biriktirdiği plaklarını vergi borcunu ödeyebilmek için sattığında ise neredeyse depresyona giriyor.

Kendimle ortak noktalar bulduğum için olsa gerek Karl’a karşı ciddi bir sempati hissettim.

Kitapta arka planda , kabaca 1900-1955 arasında, özellikle de II. Dünya Savaşı sırasında görece korunaklı bir ülke olan İsviçre’de sanatçıların yoğunlukta olduğu bir çevrede günlük sosyokültürel yaşam çok derin ayrıntılara girilmemekle birlikte oldukça eğlenceli bir üslupla nlatılmış.

Kitap topu topu 159 sayfa ama gerçekten çok doyurucu. Çevirisi neredeyse mükemmel, hemen  iç teklemiyor (Zehra Aksu Yılmazer’e buradan sevgi ve saygı…) Kapak her zaman olduğu gibi güzel ve bir Krischner resminin orada olması çok manidar.

İsviçre edebiyatının önemli yazarlarından biri olan Urs Widmer’in “Annemin Aşığı” adlı bir kitabı da varmış ve bu kitapta da yine aynı çocuğun gözünden, bu sefer Clara anlatılıyormuş.  Bu kitap Türkçe’de yok ve ben olsun istiyorum çünkü eminim ki Clara’yı da okumak, Karl’ı okumak kadar eğlenceli ve güzel olacak. Öyle yani…