Etiketler
book of Kells, Dublin, James Joyce, long room, Trinity College
Samuel Beckett Köprüsü
Ben planlamadığım için olsa gerek seyahatlerim yıl önceden belli oluyor. Yoksa böyle planlı programlı olması mümkün değil, tabiatıma aykırı.
Dublin de öyleydi. Eğer aynı şirkette, aynı pozisyonda devam edersem misal seneye bu zamanlar Sidney yolu var.
Önceden belli olmasına oluyor ama ben genelde pek bir şey planlamıyorum, çünkü planların uymaması pek muhtemel oluyor. Yine de kendimi şanslı addediyorum, zira biz birbirimizi buluyoruz.
Dublin’e 16 Haziran’da, yani Ulysses’de olup bitenlerin geçtiği günde gitmiş olmamız sanırım çok da tesadüf olmasa gerek. Ya da buna mana yüklemek benim işime geliyor…
Dublin’de neler yaptım?… Tabii ki kongreye katılmak dışında…
Önce Trinity College’a gittim.
Trinity College giriş kapısı
Solda Burke
Sağda Goldsmith
10 € karşılığında rehberli tur aldım. Kolej öğrencilerinden biri bize koleji gezdirdi, tarihçesini aralarda espriler yaparak anlattı.
Bilete “The Book of Kells” ziyareti dahildi.
Onun ardından da hayallerimi süsleyen bir yer olan “The Long Room” u gördüm.
Bir başka gün The Writer’s Museum’a gitmeyi kafaya koymuştum, O’Connell Street’ten yukarı doğru yürürken ‘General Post Office’i gördüm.
İçeri girip kendime bir mektup-kart attım. Henüz daha gelmedi.
Writer’s Museum’a ulaştığımda saat 4’tü ve ne yazık ki hakkını veremeden çıkmak zorunda kaldım. (Atalet’im senin için gördüklerimi ayrıca anlatmak niyetindeyim)
Gidişimizin ertesi günü sabah kongre merkezine yürürken otele çok yakın bir dükkân dikkatimi çekti. Tabelasında Sweny, druggist, chemist yazıyordu. Hani rüyada görülenin gerçek yaşamda var olduğunu görmek gibi şaşırtıcı bir şeydi. İki gün sonra, öğleden sonra iki civarında otele gitmek üzere önünden geçerken açık olduğunu gördüm. İçerisi kalabalıktı. Açıkcası girmeye çekindim, bir ileri, bir geri gittim. Sonunda bir cesaret içeri girdim. İçeridekiler tezgah arkasına sıralanmış, Dubliners’ ı okuyorlardı.
Beyaz önlüklü, beyaz saçlı adam beni içeri buyur etti ama fazla kitaplarının olmadığını söyledi. Sorun yok, dedim, benim Dubliners’ım çantamdaydı. Bir yer buldum, yanımdaki Hispanik’e nerede olduklarını sordum ve ben de böylelikle bu ayine dahil oldum. Araby okunuyordu.
Bittiğinde bir tane limonlu sabun alıp çıktım oradan.
Tabii bir de druggist ile hatıra fotoğrafı çektirdim.
Ulysses’de anlatılan hali oldukça korunmuş olarak Sweny’nin içeriden görünüşü…
Günlerdir, hatta bir ayı aşkın süredir Özgürlük’ü okuyordum. Sonuna yaklaşmıştım. Bir öğleden sonra, akşamdan önce mahallemizin pubına Ginger Man’e gittim, kendime bir pint of Guinness söyledim.
Topu topu okuyacağım yirmi sayfaydı. Ginger Man’de dışarıda çok dikkat çekerim diye oturamadım. İçeride bir kanepeye konuçlandım, lakin aramızda paravan da olsa yandaki bölmede oldukça gürültülü biri kadın, üç kişi vardı. Sonradan bana sardılar. Gidip bara, roman okumak alışıldık bir şey değildi ama yapacak da bir şeyim yoktu, çünkü otelin barı haddinden fazla sevimsizdi. Pint Guinness’im bitti, glass söyledim, karşı çaprazımdaki bölmeye yaş ortalaması elli üstü bir grup geldi. Yan tarafımdakiler giderken beni onlara bıraktılar. Önce Özgürlük, sonra Guinness bitti.
Bir akşam uzun zamandır görmediğim, Amerika’da yaşayan ve doktorluk mesleğini orada icra eden bir arkadaşımla buluştum. Bir başka Joyce ve de dahi Ulysses mekanı olan Davy Byrne’s’da yemek yedik. Yemekten öte sohbetle hasret giderdik. O’nunla konuştukça bir zamanlar hayalini kurduğum Amerikan Rüyası’nın pek de bana görwe bir şey olmadığını bir kere daha anladım. Zaten doktorluğun bana göre olmadığını anlayalı çok olmuştu.
Dönmezden bir gün evvel ben de Guinness Storehouse’a gittim. Yol üstünde Christ Church’e uğradım, içeri gireyim dedim, 14 € istedi, zamanım da yoktu, az biraz da fazla geldi bana, kafamı içeri uzattım, her zaman gördüğüm kiliselerden biriydi işte, devam ettim, yürüdüm.
Guinness Storehouse, benim gibi dark biranın tutkulu seveni için gidilmesi olmazsa olmaz bir yerdi. İçeri giriş için 14,99 € yu hiç düşünmeden verdim. Bilete a pint of Guinness’in dahil olup olmaması umurumda bile değildi. Zaten o kadar gitmiştim, onca yolu yürümüştüm, elbette yerinde bir Guinness içecektim.
Her şeyi paraya çevirebilmiş olan Dublinler’e bir kere daha helal olsun dedim. Self guided audio tur sonunda bize vaat edilmiş biramızı gerektiği şekilde kendimiz doldurup bir de üstüne sertifika aldık.
Orada aldığım notlara göre bir gün sevgili Actifry’ımın yardımıyla kesin evde bira yapmayı deneyeceğim. En fazla bir çömlek arpa ve biraz da zaman ziyan ederim ki, bu da denemeye değer.
Dönüş yoluna koyulduğumda ise günlerdir alışkın miktarda yürümekten olsa gerek bir süre sonra taksi çevirmeye karar verdim ama önce Liffey’e inmeli, Joyce’un öldüğü evin önünden geçmeliydim.
Joyce Köprüsü’nün Beckett Köprüsü’ne kıyasla daha mütevazi söylememe gerek yok, siz de görebilirsiniz.
Bir taraftan taksi kollayıp bir taraftan da doğuya doğru yürürken bir kitapçı gördüm. Aslında kitapçıdan çok bir tuvalete ihtiyacım vardı. O’Connell Street’e ve de dolayısı ile Burger King’e az kalmıştı ama kitapçıdan içeri girdim. Bir kere daha D&R’ların ne kadar sevimsiz olduğunu, mahalle arasında kendi dokusu, kokusu olan, sahibinin zevkine göere usuldan müziğin var olduğu gerçekten kitap satan dükkânlara ihtiyacımız olduğunu bir kere daha hissettim. Bir şey almak niyetinde değildim, bakındım, çıkmak üzereydim ki, elime aldığım bir kitabı bırakamadım.
Sonrası, ertesi gün… dönüş yolu… bir kere daha bitti ve Temmuz’da Vancouver var….
P.S. Long room, Ginger Man, Davy Byrne fotoğraflarını internetten bir yerlerden aldım. Gerisi benimdir.
selgin bana writer’smuseum anlat =P.. birpint dark guiness le beraber.. bu arada bi gün tanışacak olursak tap’s de buluşalım diyorum=).. ne dersin..
Ya, o bir gün hiç yakın görünmüyor, ah… Bir katakulli yapmam lazım. Dün Esra ve Banu ile iki saat kalamadım, İmza:Kızın’ı toparlamak için. Taps olur, tabii de ben seninle Vapiano ‘da kırmızı şarap hayal ettiydim.