Etiketler
Ne sıcak bir gün… Oysa benim bugün anlatacaklarım şubatta, gece sıcaklığın Roma’da eksi beşe kadar düştüğü bir zamanda geçiyor.
On dört yaşındaki Lorenzo bir gün sırf kendisinin anormal olduğundan emin olan annesine bir şekilde normalliğini ispatlamak, onu mutlu etmek için aslında doğru olmasını çok istediği bir yalan, arkadaşlarından birisi tarafından kayak tatiline davet edildiğini söylüyor. Beklediği gibi annesi mutlu oluyor ama sonrasında onu yalanını nasıl sürdüreceği gibi ciddi ve kocaman bir sorun bekliyor.
Lorenzo, bana soracak olursanız, gayet kendi halinde normal, sıradan bir ergen. Sadece iletişim kurmak konusunda biraz beceriksiz. Okulda varlığını sürdürmek için kaçınılmaz şekilde “Bates benzeşmesini” kullanıyor, başarılı da oluyor. Her ergen insan gibi ebeveynleri onun da en anlaşılmaz ve de tabii ki anlaşılmaz engeli.
Lorenzo yalanını sürdürmek için evin bodrumunda önceden hazırlayıp kurduğu dünya içine çekildiğinde (ki bu kısım süper… erzaklarını anlattıktan sonra “Bir sandığın üzerindeyse televizyon, PlayStation, Stephen King’in üç romanı ve Marvel’in birkaç çizgi romanı vardı” diyor) belki de yaşamının kendi kendine geçireceği en mutlu dört gününe doğru yelken açıyor.
İkinci günde aslında hiçbir yalanın kusursuz olmadığını yaşamaya ve büyük yalanın gediklerini küçükleriyle nasıl kapatacağını düşünmeye başladığı, kurduğu dünyaya yönelmiş tehditleri geçici süreyle savuşturmayı başardığı sırada hiç beklemediği bir anda bodrumdaki evindeki yaşama ikinci bir kişi, uzun zamandır göremediği, kendisinden dokuz yaş büyük ablası Olivia dahil oluyor.
İki kardeş bir zamanlar küçükken Lorenzo’nun annesinin dahil olmadığı bir tekne gezisindekine benzer bir dayanışmayı bir kez daha ama bu sefer Lorenzo büyümüş olduğu için her anını fazlasıyla duyumsayarak yaşıyorlar.
Bodrum katı macerası bittiğinde sonrasında olanları bilmiyoruz ama ben Lorenzo’nun artık yaşamını sürdürmek için Bates Benzeşmesi’ne ihtiyacı olmadığından eminim. Olivia’nın ise bir kayıp ruh olarak bir süreliğine daha dünyada salındığını düşünmek çok da zor değil.
Dün akşam bizim tuvalet-kitaplıktan çıkarttığım iki kitaptan biri Sen ve Ben’di. Diğeri ise Bulgakov‘un Köpek Kalbi. Defi kapağındaki köpek resminden ötürü onu pek sahiplendi. Ben de bugün onlar havuza gittikten sonra öğlen gelince yesinler diye hazırladığım böreği fırına verip Sen ve Ben’i okumaya başladım. Defi karnını doyurup, havuzda sarf ettiği enerjiyi geri kazanmak üzere uyurken de bitirdim.
Niccolò Ammaniti, ilk defa okuduğum bir yazardı. Kısa, abartısız, az kelimeyle sadece anlatmak istediğini anlatmasını sevdim. Tabii bunda çevirinin, Şemsa Gezgin’in, katkısı da büyük.
Yaz günlerinde tavsiye ederim. Hem çantada az yer kaplar hem de çok yormaz ve beklenen edebi zevki verir. Öyle yani…