Sanatçıyı özne alan anlatıları severim. Biyografilere yatkınlığım olabilir ama çok da biyografi okumam açıkcası. Bunun da basit açıklanabilir bir sebebi var, o da biyografileri kişinin hayatına ciddi göz dikme gibi gördüğüm için biraz ahlâksızca bulmam. Diğer anlatılarda genelde yazara karşı güvenim yüksek olsa da biyografilerde yazara karşı yazarın nesnelliğini ne derecede koruduğu konusunda daha fazla kuşku duyuyor olmamın da biyografilere karşı tutumumda katkısı mutlaka vardır. Hâl böyleyken yakın zamanda arkadaşlarımdan birinin bana biyografi yazmam gerektiğini söylemiş olması oldukça düşündürücü. Ahlâki kaygıları ve kuşku dolu tavırları bir tarafa bırakacak olursak biyografiler başka anlatıların gerektirdiğinden çok daha fazla araştırma ve titiz çalışma gerektirir. Öyle olması gerektiğini düşünüyorum. Benim dağınıklığımın derecesi ortada olduğuna göre bir biyografi yazarının doğal güdülerle, neredeyse takıntılı şekilde yapacağı arşivlemenin benimle yakından uzaktan bir alâkası olamaz, o yüzden içim ferah. Neyse yine laf kalabalığı bir girizgâh oldu, her zamanki gibi.
Buna karşın sanatçının özne olduğu, direkt biyografi olmaktan uzak anlatılarsa her zaman bana unutulmaz okuma keyfi yaşatmıştır. Bir sanat tarihçisi ve bir ressamın neredeyse ömürlük dostluğunu anlatan “Sevdiklerim”i abartılı şekilde seviyor olmamın altında bu yatıyor olsa gerek. Karakterin kurgu olduğu ne kadar kesin olursa olsun yazarın yetenek ve donanımı sayesinde gerçekliğinden şüphe duyulmaz kişilere dönüşmesi takdir edilecektir ki, okuru (beni) büyüler.
Harita ve Topraklar’da durum biraz farklı aslında. Burada anlatı incelikli bir kurgu içinde gerçek ve kurgu bir arada biri ressam, diğeri yazar iki karakter üzerine kurulmuş. Kurgu karakter ressam Jed Martin, gerçek karakter ise yazarın kendisi Houellebecq.
Kitap kabaca üç bölümden oluşuyor. İlkinde ressam Jed Martin’in yaratım sürecinin gelişimi anlatılıyor. Başlangıçta sanatçı olmaya karar verdiği ama bir bakıma ne yapacağını pek de bilemediği, fotoğrafla uğraşırken bir tesadüf sonucunda daha önce hiç yapılmamışı keşfederek sanat dünyasına girişi, bu arada hayatında gerçek anlamda sevdiği ve bir süreliğine kısmen bağlandığı kadınla karşılaşması, ilk sergisi ve bunun sonrasında galericisi ile tanışması, on küsur yıl sürecek olan, kendisini ün ve değere kavuşturacak bir dizi eserin son halkasını beğenmeyerek yok edişine şahit oluyoruz. Bu bölümde ressamın babası ile yüzeyel görünse de derinlikli ilişkisinin ayrıntılarını öğreniyor, ressamın geçmişi hakkında kısaca bilgi ediniyoruz.
İkinci bölümde ise Jed Martin bize artık yaratım sürecinde bir ressam olarak anlatılıyor. Dizi eseri bitiyor, büyük ses getiren sergisinin hazırlıklarını yaparken katalog metinlerinin yazımını istemek üzere yazar Houellebecq ile başlangıçta çok da istemeyerek tanışıyor. Houellebecq’in işi geciktirmesi yüzünden sergi planlanan tarihten aylar sonra açılsa da Houellebecq’in yadsınmaz katkısı ile çok etkili oluyor ve Jed Martin önce sanat eleştirmenleri ve sonrasında sanat atrihi uzmanları tarafından ilgilenilir bir isim haline geliyor. Açıkcası bu bölümde yazar Houellebecq’i Jed Martin’in gözünden önce İrlanda’da inzivaya çekilmiş ve çok da sevilesi olmayan bir kişi, Fransa taşrasına geri döndükten sonra ise daha insani bir karakter olarak tanıyoruz.
Üçüncü bölüm ise gökten düşen üçüncü elma misali artık kimin kafasına düşerse. Bu bölümde okur olarak kendimizi yepyeni bir karakterle birlikte bir cinayetin ortasında buluyoruz. Bu bölümün karakteri komiser Jasselin acayip, tuhaf bir cinayetle mesleğe veda etmek üzeredir. Görünen odur ki, cinayeti çözmek mümkün değildir. Bir şekilde Jasselin’in Jed’e ulaşması ile cinayeti işleyene ulaşılamasa bile cinayetin neden işlendiği ortaya çıkar.
Konuyu kabaca anlattıktan sonra romanla ilgili fikriyatıma geçebilirim. Bu benim Houellebecq’i ilk okuyuşumdu. Zaten dilimize çevrilmiş bir kitabı daha var ama bildiğim kadarıyla artık ona da ulaşmak mümkün değil. Bir yazarı ilk okurken hep tedirginimdir. Bir de kitabın adı bana hiç sempatik gelmemişti, itiraf etmeliyim. Oysa kitabın henüz başlarında kitabın adının kaynağını öğrendiğimde çoktan anlatının cazibesine kapılmıştım bile.
Üç bölüm boyunca hiç sıkıldığım bir yer olmadı. Zaten başta dediğim gibi bir ressam ve bir de yazar vardı söz konusu olan. Benim gibi resim sanatı ile yakından uzaktan ilgisi olmayan biri için yazılı olarak resim sanatı anlatımının bu kadar ilgimi çekmiş olması bence tamamiyle yazarın başarısı.
Houellebecq, kitabı okuduktan sonra onunla ilgili yaptığım okumalar sonrasında söyleyebilirim ki, kendisine karşı olabildiğince objektif durmaya çalışmış. Yazar olarak insanın kendini açıkça roman karakteri olarak belirlemesi ve anlatması oldukça zor. Bunun yanı sıra gerek yazar gerek sıradan bir kişi olarak hem sanat hem de günlük tüketim açısından yaptığı saptamalar her ne kadar zaman zaman bazı markaların açıkca reklamının yapıldığı izlenimini verse de oldukça yerinde bence. Özellikle Jed’in sergi öncesinde birlikte çalıştığı PR uzmanı ve katalog hazırlanmasına başta inanmasa da özellikle babasının Houellebecq ile ilgili fikrini belirtmesi sonrasında ikna olması ile Houellebecq’i Fransa taşrasında ziyaretine giderken kullandığı Audi A6’nın ya da fotoğraf çekimlerinde kullandığı makinelerin özelliklerini sayması arasında çarpıcı paralelliklerin olması kayda değerdi.
İkinci A4 sayfasının ortalarına gelirken sevgili okur, uzun lafın kısası iyi kitaptı. Houellebecq, ister klasik roman, ister polisiye ya da ne bileyim bir başka tür anlatı açısından takip edilecek yazarlar arasında benim için yerini aldı. Öyle yani…
P.S. Harita ve Topraklar, Vancouver – İzmir, İzmir – Selimiye yolunun kitabıydı ve bu iki güzergâh, özellikle 2. kısım bu kitapla daha da anlamlandı.