Tags

, , , , , , ,


–         Biliyorum, blogu boşladım. Lakin elimin altındaki işlerin birinin ucundan tutacak olsam içinde kaybolup gidiyorum. Bu sebepten oturup uzun uzun yazmaya vakit yok. Yine de toparlamaya çalışayım.

–         Bazen edebiyattan zırnık anlamadığım hissine kapılıyorum. Nereden çıktı derseniz… Sebep Yedinci Gün, dolayısıyla da İhsan Oktay Anar. Puslu Kıtalar Atlası’nı üniversite birinci sınıftayken bir arkadaşım seveceğimi düşünüp vermişti ve galiba altı kere filan başlayıp bırakmıştım. Sonunda evvelki yıl Bozcaada’ya iki günlüğüne giderken yanıma başka kitap almayarak kendimi okumaya mahkûm ettim. Beğendim ama ölüp bitmedim, biraz da mecburiyetten bitirdim. Şimdi de Yedinci  Gün çıkıp, hayranları onca patırtı koparınca aldım, listenin sıradakilerini öteledim ve hafta sonunda okumaya başladım. Samimiyetle söylüyorum ve kendi üstüme alıyorum, zevk almam imkansız. Belki anlatılan dönem ilgimi çekmediğinden, belki dil her ne kadar çok akıcıysa da her kelimesi hesaplanıp yazıldığını hissettiğimden, okurun gözlerini kamaştırma isteğinin her satırda göze batmasından, anlatılanların fazla teknik bilgi içermesinden ötürü arada kekolanma ihtimalimden… bilmiyorum ama yine de okuyacaktım. Ama daha kitabın başlarında iki kavgacıdan birinin sella turcica’sı diğerinin alnına nakşolduğunda artık ne yazık ki dayanamadım. Benim alanıma girilmişti ve ciddi bir bilgi hatası vardı. Oradan sonrası yukarıda sıraladıklarıma bir de her şüpheye düştüğümde kontrol etme eklenecekti ki, valla eziyetti.

İ.O.A’a saygım sonsuz, hayranlarına okurlarına da öyle ama bende durum böyle. İleride Nobel alırsa elbet gurur duyacağım ama sanırım bir daha okuma teşebbüsünde bulunmayacağım.

–    Şimdilerde Bir Burjuvanın İtirafları’nı okuyorum. Vakti geldiğinde anlatırım ama şu anda bende bıraktığı his Thomas Mann’ın Buddenbrooklar’ını okuduğumdakine benzer.

–    Pazartesi’den beri Zakkum dinliyorum. Anason’u biliyordum, bir de Caroline’den Ankara’nın eski Raindog’u olduklarını öğrenmiştim. Geçen haftalarda Ahtapotlar araba kullanırken radyodan önce kulağıma sonra dilime takılmaya başlamıştı. Pazar günü BB Anason’u ne kadar beğendiğini söyleyerek dinlettirince, O beğenince farklı oluyor ya her şey, dinlerken daha bir kulak kesildim. Zakkum’da şarkıların hikayesini, solistin Freddy Mercury’i andırmasını, bateristin Adrien Brody’e benzemesini, müziğin içime işleyişini, dönüp dönüp bıkmadan aynı şarkıyı gün boyu dinleyen halimi sevdim.

(Yazıya ara… Bence dinlemediyseniz fırsatı  kaçırmayın.)  

–    Rejimdeyim. Bu sefer ciddiyim. Bir aydaki hedefim 3-5 kg vermek. Yok, 3 kg bile veremezsem sonrasında obez olmaya kararlıyım. Açım. Yiyorum ama eskiye kıyasla neredeyse hiç. Ara öğünlerde bir bardak yağsız süt içmek hiçbir zaman bir dilim börek yemekle aynı şey olmuyor. İlk günün akşamı yatağa yattığımda bir süre midemin (doğrusu beynimin) sesinden uyuyamadım. Halbuki 1 kase yoğurt yemiştim yatmadan önce. Madde bağımlısının yoksunluk sendromundaymış gibiydim. İçimden inanılmaz kuvvetli bir dürtü gidip eski kaşarlı tost yapmamı ve sonrasında mutlu mutlu uyumamı söylüyordu. Yenilmedim. Gece rüyamda deniz kıyısındaydım. Garson kalamar tava servisi yapıyordu. Kalamarın yanında dereotulu, limonlu ve kremalı nefis bir sos vardı. Soslanmış kalamarı dilimle çevirip damağıma değdirdiğimde beynim zevkten dört köşe oldu.

      Sabah uyanınca kendime çok güldüm. Boşuna “Aç tavuk kendini darı ambarında görür,” diye söylememişlerdi.

      Dördüncü gündeyim. 70 kg ile başladım, bu sabah 68,7 idi tartı. Hadi bu giden ödem olsa bile yine de fena sayılmaz. 13 Ekim’de kuzenimin düğününde istediğim elbiseyi giymeliyim.

      En kötüsü metabolizmayı hızlandırdığı için yeşil çay içmek. Resmen işkence, ilaç içer gibi içiyorum.

      Arada midemin zorundan kolumu yiyecek gibi olsam da dayanıyorum. Bu sefer kararlıyım, olacak. Dolaptaki giyemediğim etekleri ve elbiseleri giyeceğim. Azimliyim.

 Öyle yani…