Etiketler
Amsterdam, hermitage, Monet, olliebollen, ot kokusu, sigara, Susan Miller, Van Gogh
Geçen ay Amsterdam’daydım.
Amsterdam’a ikinci gidişimdi. İlkine dair toplantı katılımı ve öncesindeki akşam yemeği dışında hiçbir şey hatırlamıyorum.
Bu seferki farklıydı, toplantı pazartesi-Salı günleriydi ve Cuma’dan BB ile birlikte gittik. Son iki günün tamamı toplantıydı ve toplantının yapıldığı otelden burnumuzu akşam yemeği dışında dışarı çıkarmadık. Yani, kayda değer bir şey yok…
Cuma – Pazar arası ise güzeldi doğal olarak. O iki güne dair belleğimden kazınmayacak iki şey var. Birisi cep telefonumu kaybetmem, diğeri ise oliebollen.
Önce ilkiyle başlayayım: Cuma gittik, Cumartesi şehre indik. Zira otelimiz Amsterdam’a bir tren istasyonu uzaklıktaydı. O tren yolculuğu da ayrı bir maceraydı ya, neyse…
Kahvaltıdan sonra odaya çıkarken Sesil aradı, geri çevirdim. Odaya çıkınca aradım, konuştuk.
Aşağıya lobiye indim, BB ile trene binip Amsterdam, merkeze gittik. Turist Information’dan Iamsterdam kartlarımızı aldık. İlk hedefimiz Hermitage’dı. Hermitage da hem empresyonistleri hem de Van Gogh’u görebilecektik.
Hermitage’da ilk önce empresyonistleri gördük. Monet tabloları içinde kendimden geçtim ve empresyonistleri neden bu kadar sevdiğimi tabloların açıklamalarını okurken anladım. Tamamen içgüdüselmiş. Kendi anladığım kadarıyla anlatacak olursam, empresyonizm sadece bir anı anlatır, yani hikayenin sadece küçük, anlık bir parçasıdır, ressamın resmettiği. Kendi başsız ve sonsuz öykülerimi düşününce bunu çok da yadırgamamak lazım.Tam Van Gogh’a geçecekken nedense aklıma geldi ve telefonumu kontrol etmek istedim. Aradım, taradım… sırt çantamı tamamne boşalttım, yoktu. Bir insan kişinin yurtdışında pasaportu kaptırmaktan başka başına gelebilecek en kötü şey belki de telefonsuz kalmasıydı.
En son otelde konuştuğumu düşününce alelacele, Van Gogh’u görmeden otele döndük. Oda temizlenmişti ve görünürde telefon filan yoktu. Housekeeper’ı bulduk, sorduk… Görmemişti. Ertesi BB Türkiye’ye geri dönüyordu ve bizim günde en az 14 kere konuştuğumuz düşünüldüğünde sonraki iki gün çok zor geçecekti. Lobiye indik. BB, lobide dışarı çıkmadan önce onun yanına geldiğimi hatırlattı. Belki de koltuk arasına filan sıkışmıştır diye bir kere daha çaldırınca telefonun resepsiyonda olduğunu, bankoya yaklaştığımızda ise telefonun üstüne oda numaramızın yapıştırılmış olduğunu gördük. Oh, şükür ki telefonumu kaybetmemiştim.
Kasım ayının sonuna geldiğimizde, ayın 28’indeki dolunayın bir yeneç burcu insanı olan beni nasıl etkileyeceğini öğrenmek için Susan Miller’ı okuduğumda, özellikle kaybolabilecek kıymetli elektronik eşyalarla ilgili uyarısı şaşkınlık vericiydi. Bir de tavsiyesi vardı: Üstünde adınız – soyadınız yazarsa, telefonunuzu bulmanız ya da size ulaştırılması kolaylaşır diyordu. O gün resepsiyonda telefonun üzerine oda numarımızın nasıl yazıldığını anladım. Telefonumun, Blackberry’nin, üstüne adınızı soyadınız yazailiyordunuz. Şirket telefonu olduğu için adım ve soyadım ve bulunması halinde aranması istenen ulaslararsı numaralar yazıyordu. Elbette adamlar müneccim değillerdi, nereden bileceklerdi o telefonun 502’de kalanmisafire ait olduğunu ,değil mi? Ulusun Susan Miller! dedim.
Amsterdam’da herkesin ilgisini çeken şeylerden biri kuşkusuz uyuşturucu satışının serbest olması. Biz de merak etmiyor değildik. İlk akşam birer browni kek aldık ve sonrası cidden hayalkırıklığıydı. Tabii, beklentinize göre de etkinin sizin için anlamı değişebilir. Ben güzel bir uyku çektim o gece o kadar. Oysa hesapsız kahkahalar atacağımı filan sanmıştım.
Ertesi gün her tarafta buram buram kokan ot kokusundan öğürmeye filan başlayacaktım. Zamanında sigara içmek için çok çaba sarf edip sırf kokusu yüzünden başaramamış birisi için bu gerçekten tahammül edilesi bir şey değildi .
Orada burada, her yerde satılan lolipoplarsa bana bu anlamda oldukça masum geldi. Lolipoplarla ilgili komik olansa kocaman insanların ağzından lolipopların eksik olmayışıydı. Bir ara şeytan dürtmedi değil. Son zamanlarda Defi’nin lolipop düşkünlüğü aklıma gelince, “Acaba,” dedim. “Alsam şu lolipoplardan üç beş tane, arıza moduna geçtiğinde versem…”
Tabii ki de öyle bir şey yapmadım.
Pazar gecesi BB eve döndü, ben valizimi alıp toplantı oteline gittim. Otelin tam karşısında bir market vardı. Pazarları ve marketleri severimi bilirsin sevgili okur. Akşam saatiydi, midem hafiften kazınmaktaydı ama canım çok bir şey de yemek istemiyordu. Marketten bir şişe, ucuzundan Şili şarabı, bir küçük paket Gouda peyniri ve kraker aldım. Odamda bir taraftan bilgisayarda Yalan Dünya’yı seyrederken, bir taraftan da kraker, peynir yiyip şarap içerek güzel bir akşam geçirdim.
Amsterdam’a dair hatırladığım güzel başka bir şey ise oliebollendı ama laf bugün de her zaman olduğu gibi fazla uzadı, dolayısıyla da oliebollen başka bir güne kaldı…
Öyle yani…