Etiketler
aşk, çocuklar, eski kocalar, Gad Elmaleh, ilişikiler, mutluluk asla yalnız gelmez, Sophie Marceau
İkili ilişkiler, özellikle de içinde aşk olanları bana oldum olası pek çetrefilli gelmiştir.
Dünkü yazıyla bir süreliğine atıp tutma kotamı doldurduğumu sanan varsa, söyleyeyim yanılıyor. Tek çekincem ettiğim büyük lafları bir gün yemek durumunda kalmak olasılığı, ki bu hepimiz için her zaman geçerli olan bir şey.
Her gün gördüğüm birisiyle bile sıradan arkadaşlık ilişkisi kurmam için en az altı ay geçmesi gerektiği düşünülecek olduğunda içinde aşk kelimesini barındıran tek bir ilişkiyi yıllardır sürdürüyor olmam pek de şaşırtıcı değil. Hayatı basit, mümkün olduğunca çapaksız yaşamayı tercih eden biri olarak bu durumum gayet anlaşılır.
Kendi konumumu yıllar önce netleştirdiysem de öncesinde olduğu gibi sonrasında da ilişkiler konusunda kafa yormaya devam ettim. Birisi bana bir başkası ile ilgili bir meselesini anlatırken hep diğer tarafın konuyu nasıl değerlendirdiğini, tutumunun gerçekten de bana anlatıldığı gibi olup olmadığını merak ederim. Meraktan öteye geçmem, peşini kovalamam, hüküm de vermem.
İçinde aşk olduğu varsayılan ilişkiler aslında her zaman sanıldığı gibi karışık değildir. Bazen o kadar katmansız ve düz olurlar ki, bir gün var olup bir gün var olmamaları hiç de şaşırtmaz beni. Genelde de bu tür ilişkileri kısa zamanda bir yenisi takip eder ve ben işte o noktada şaşırırım. Bazen birbirini takip eden iki ilişkideki duygunun birbirini aratmayacak kadar yoğun olması halinde de resmen dumura uğrarım. Bir çeşit haksızlık sayarım bunu diğerleri adına. Bu insanlara bu kadar çok şeyi, böyle hızlı, böyle kısa süreli hissedebilme yeteneği verilmişken kıyasla duygulanım açısından bayağı bir künt kalan bizlerin günahı nedir, sorarım size? Bir de asıl mağdur olanlar onlarmış gibi bir türlü rayına koyamadıkları özel hayatlarını adam etmesini bir başkalarından daimi olarak beklerler. Tabii bu durumda bana da onlara acil şifa dilemek düşer.
Yine uzun bir girizgâh oldu sevgili okur, farkındayım ama artık bunun için de birçok şey için olduğu gibi endişelenmiyorum. Tarz meselesi, diyor ve asıl anlatmak istediğim şeye geçiyorum.
Dün bir film seyrettim. BB’ye sorsak pek de seyretmiş sayılmam, zira arada olağan olduğu üzere sıkıldım, kalktım, dolaştım, çamaşır astım, Defi tuvalete gitti, temizlenmesine yardım ettim, şarabım bitti, kalktım yeni şişe açtım, BB’ye Türk kahvesi yaptım, örgü ördüm, blog yazısı yazdım…filan ama size anlatacak kadar seyrettim filmi ve de sevdim.
Bir kere filmde Sophie Marceau’nun oynuyor olması bile benim sevmem için başlı başına yeterliydi. İlk kez ortaokula giderken TRT2’de La Boum’da seyretmiştim ve hayran kalmıştım. Sonrasında onu D’Artagnan’ın kızı, Braveheart’ta Prenses Isabel, AnnaKarenina, Marquise, Anthony Zimmer’in uğruna her şeyi yapabileceği sevgilisi olarak hatırlıyorum.
Bu filmde karşısında baş erkek aktör olarak Gad Elmaleh oynuyor.
Konuyu öztleyecek olursam… Sascha bir caz piyanistidir. Hayat günü gününe, herhangi bir şey için fazla kaygılanmaksızın yaşamaktadır. Kendisiyle aynı adı taşıyan piyanist, kompozitör babasının gölgesinden kurtulamamış, bir türlü kenidisini yeterince ortaya koyamamıştır.
Bir gün Cahrlotte’la karşılaşır ki, bu sahne seyredilmeye değer. Olabilecek en salak karşılaşma hikayesi ve ağzınız kulaklarınızda, sahne kadar aptal bir sırıtışla seyrediyorsunuz. Sascha, kendisine iki beden büyük duran bu kadına aşık olur. Cahrlotte için de durum farksız değildir, Sascha da kendisininkine hiç benzemeyen yaşam tarzı ile onun için iki beden büyüktür ama bu durum bir nötr ortam yaratmamaktadır.
İkisi için her şey süper ve hızlı başlasa da kısa zamanda Charlotte’un iki ayrı eski kocadan olma değişen yaşlarda 3 çocuğu olduğu ve bu iki eski kocanın ikisi de birbirinden beter olup birisi Sascha’nın an itibariyle dolaylı işvereni olamsı gerçeği ile yüzleşmeleri gerekir. Sascha Charlotte uğruna tam anlamıyla bir kaosun içinde debelenirken yıllardır hayalini kurduğu şey gerçek olur ve Broadway’den teklif gelir. Bunun üzerine Charlotte, Sascha’yı çok sevmesine karşın sırf onun kariyerine engel olmamak adına onu terk eder.
Sonunu her zaman olduğu gibi anlatmayacağım. Bazı yerlerde bayağı güldüm çünkü Charlotte çok güzel bir kadın ama bir o kadar da sakar, sürekli olarak başına türlü çeşit absürd olay geliyor.
Şimdi sıra girizgâhla bağlama yapmaya geldi. Demem o ki, aşk insanın başına gelen acayip, iyi mi kötü mü olduğu belirsiz ama yine de herkesin yaşamında en azından bir kere tecrübe etmesi gereken bir durumdur, geçici olmaktan çok da kıymetli bir şey değildir (Her önerme gibi bunun da tersi doğru kabul edilebilir özelliktedir, unutmamak gerek). Asıl kıymetli olan sevgidir ve nitelikli sevgi emek ister.
İlişki koçlarına özgü, standart, klişe bir cümleyle de yazıyı bitirdim ya, bana helâl olsun. Sakın kimse ‘nitelikli sevgi ne?’ diye filan sormasın. Klavyem yazdı, ben sadece onun aracısıyım. (Bazen böyle edilgin kalmak işe yarayabiliyor. 😛
Öyle yani…
sophie candır..
segin candır..
fransız komedileri candır..
aşk aç tük at nesnesi olmadan önce de beni şaşırtırdı..şimdi iyice dondurdu şaşkınlıktan..
ve son olarak katılıyorum.
sevgi candır.. =) aşk baharat..
atalet
🙂