Etiketler

, , ,


paralelBarış Bıçakcı kitaplarını küçük ama el işçiliği fazla, ağaç üzerine oyma veya sedef kakmalı mücevher sandıklarına benzetiyorum. Böyle sandıkların aramakla bulunmadığını hepimiz biliriz. Sokaklarını bilmediğimiz bir şehirde Pazar günü kurulan bir bit pazarında ya da bambaşka bir şey aradığımız bir antikacının raflarından birinde, kuytu bir köşede apansız çıkarlar karşımıza. Seviniriz. Bize ait, özel olarak bırakılmış bir işareti alıp saklar gibi saklarız. Götürür koyarız eve, bir köşeye açmadan saklarız. Açtığımızda da bizim için muhakkak değerli olabilecek bir şey buluruz.

Okuma serüvenimin yedi yaş civarında başladığını bunun on beş sonrasının belirli bir beğeni ile şekillendiğini düşünecek olduğumda Barış Bıçakçı’yı otuz beşimden sonra fark etmiş olmam tuhaf olmalı ama değil. Barış Bıçakçı böyle bir yazar bence. Göze çarpmamayı tercih eden, okuruyla kitabı arasına katiyetle girmeyen soyu neredeyse oluşmamış bir yazar.

Yere Bir Süre Paralel Gittikten Sonra herkese farklı farklı, çeşit çeşit görüntüler çağrıştırmayı vaad eden bir kitap başlığı. Benim aklıma ilk gelen yöresindeki başka herhangi bir apartmandan farksız görünen bir binanın altıncı katının penceresinden aşağı düşen, ipekli, nar çiçeği renginde ufak bir eşarp, hani şu gömlek yakası içinde boyna tek düğümle bağlanıp düğümü yana doğru çevrilenlerden.

Bu kitabın bir başkahramanı ya da belirli bir anlatıcısı yok. Çok kişinin anlattığı ama mutlak bir sessizliğin hakim olduğu, genç bir kadının, Başak’ın intiharının hikayesi. Barış Bıçakçı yine bildiğimiz gibi sürprizsiz. En başında, daha ilk sayfalarda olaydaki trajedik kısmı okurun ayaklarına seriyor. Kimsenin ağzından haddini aşacak tek kelime çıkmıyor. Sanki herkes kendi kendine konuşmuş konuşmuş da yorulmuş gibi, en çok da Umut. Tüm intiharlarda olduğu gibi bu intiharın da gerçeği aynı, geride kalanların sebebi bilmeleri imkansız. Tek yaptıkları, Başak da dahil olmak üzere, olanı biteni kendilerine anlatmaya çalışıyorlar.

Barış Bıçakçı anlatacağını lafı fazla dolandrımadan, süslemeden, günlük hayatımız ne kadar sıradansa öyle anlatıyor. Zaman zaman okuyup bitirdikten sonra insanda tekrar okuma isteği uyandıran tasvirler yapıyor. Ben işte özellikle de böyle bölümlerde, ‘muhtemelen yazdıklarının sadece küçük bir kısmı bu elimde tuttuğum yüz küsur sayfa,’ diye düşünüyorum. Mesela Başak’ın resim yapmadan önce tuval boş tuval önünde duruşu, Abidin’in köy yoluna bakarken düşündükleri, Umut’un Selma’nın boynuna sarılışı, Nanna’nın bakıcısının pişirdiği dumanı üstünde tüten çorbaya dair sayfalar yazmış, defterler doldurmuş olabilir, diyorum kendi kendime. İşte bu yüzden anlatımın kopukmuş gibi görünen hali okura dokunmuyor, hatta daha bir seviyoruz. Arsızlık edip kitapta olmayan sayfaları  merak ediyorum ve okuruna derdini tam anlatabilmek için değil sadece kendisi için onlara gereksinimi olan yazarı kutsuyorum. Sanki çok boyutlu bir yap bozun düz kenarlı parçalarından yapılı bir tabloyu elinde tutmak gibi bir duygu bu.

Acı bir gerçek var ki, günlük sıradan hayatımız derecesi farkındalığımıza göre değişse de  gerçekten çok hüzünlü. Barış Bıçakçı az kelimeyle kurduğu çoğul cümlelerle bu gerçeği yüzümüze çarpıyor.

Öyle yani…