Sabah uyandığımda posta kutumda bloga bırakılmış bir sürü yorum gördüm. Evvelki gün nasıl ağlak bir yazı yazdıysam artık… herkes teselli etmeye çalışmış beni, İğneler için endişelenmememi, aslında yanıtsızlığın da bir eylem olduğunu söylemişler.
İtiraf ediyorum, hoşuma gitmedi değil. Ama haklısınız, biliyorum ve anlıyorum. Benimki biraz arsızlıktan, başka bir şey değil. Hani blogda birbirimizle etkileşime açığız ya, belki de beklenti ondan.
Pazartesi olan bir şeyi anlatayım. İmza: Kızın’la ilgili yine. Bursa’daydım. Bir kahve içmek, soluklanmak için girdiğimiz bir kafeteryada bir eski tanıdığa rastladım. Zamanında ben onun müşterisiydim. Kitabı çok beğendiğini, hatta kızı olduğunu ve kızına düşkünlüğünü bildiği bir müşterisine hediye ettiğini, çok olumlu tepki aldığını söyledi. Müşterisinin adını söylediğinde, ismin hiç aklımın ucundan bile geçmeyecek uç bir isim olduğunu düşündüm. Teşekkür ettim, utandım.
Yani diyeceğim o ki, her şeyin farkındayım. Bir sandalda olduğumu farz ediyorum. Bir yaz günündeyim. Güneş ufka doğru devrilmiş, yükselmeye hazırlanan ay bize günün sıcağının ardından serinlik vaad ediyor. Deniz dingin, dalgasız, kıpırtısız. Çok açıklarda değilim ama kıyıdan da uzaklaşmışım. Önümde defterim açık duruyor. Bir sepetin içinde irili ufaklı on dört cam şişe var. Defterimden sayfaları koparıp rulo yapıyor ve şişeye koyuyorum. Sıkıca mantarını kapatıyorum. Aman su almasın… Sonra tek tek şişeleri suya bırakıyorum. Öyle yani…
Dokuzuncu öykü için –> GUGUKLU SAAT