Etiketler
bel tutulması, filmler, Gustave Flaubert, köpek dişi, kitaplar, Madam Bovary, the dogtooth, the sessions, the whistleblower
Lafın gelişi tabi… Yine de bugüne şükür.
Geçtiğimiz Cuma Defi’nin hastalanması ile eve giren kara bulut umarım artık işini bitirmiş, çıkıp gitmiştir. Defi’nin anlamsız ateşini (öksürük, akıntı, kusma veya ishal gibi başka hiçbir şeyin eşlik etmediği) göz enfeksiyonu takip etti. Neyse ki, damlalarla hemen toparladı.
Ben hafta başında ilk iki günü oldukça keyifsiz geçirdim. Tam her şey yoluna giriyor diye düşünürken salı gecesi bademciklerim şişti, çarşamba sabah konuşmakta güçlük çektiğim için işe gitmedim, kendimi bu durumlarımın tek çaresi penisilin tabletlerime emanet ettim. Penisilin beni yanıltmadı ve ertesi sabaha pırıl pırıl uyandım. Şöyle güzel bir duşu takiben koyusundan bir kahve hayali kurdum. Kahveyi içtim ama nasıl? Banyo çekmecesinden saç kurutma makinesini almak için eğildiğimde bu sefer belim tutuldu. Bildiğiniz kalakaldım. Nasıl korkunç bir ağrı, anlatmak mümkün değil. Hah, dedim şimdi de yatalak oldum. Tam işe gitmeye bunca hazırlanmış, giyinmiş kuşanmışken olacak şey miydi bu? BB beni salondaki kanepeye taşıdıktan sonra belime enjeksiyon yapmak amaçlı, jetokain var mı? diye sordu. Ameliyathane ya burası, dedim. Evde jetokain ne arasın? (Jetokain: cerrahi girişimlerde kullanılan bir tür narkotik analjezik. Bilmeyenler için: BB beyin cerrahı). Öyle berbat bir haldeydim ki, aslında ben de onunla yanı fikirdeydim. Bir ampul jetokainle çiçek gibi olabilirdim.
Perşembe gününü bir daha mümkünse yaşamayayım. Bana da ders oldu. Uzun zamandır evde şöyle yatsam da kitap okusam, film seyretsem diyordum. Sen misin diyen? Perşembe günü sadece yattım. Ağrım o kadar korkunçtu ki, yatakta milim kıpırdamak gerektiğinde bile bağırmamak için zor tutuyordum kendimi.
Cuma nispeten iyiydim ve güzel kitap okudum. İklimler bitti (zaten dün yazısını da yazdık). BB nin tavsiyesi üzerine bir film seyrettim.The Sessions.
Ben de bu vesile ile size tavsiye etmiş olayım. Geçirdiği çocuk felci sonrasında boyundan aşağısı tutmayan, demir bir akciğer içinde yaşamak zorunda olan şair, yazar Mark O’Brien’ın bekaretini kaybetme macerası üzerine yer yer komik, sonunda insanın içinde garip bir his bırakan bir film. Stephen Hawking’in nasıl olup da çapkın olabildiğini sonunda anladım. Mark O’Brien öldüğünde arkasından ona aşık üç kadın ağlıyordu. Bu durum üzerine BB’yle aramızda geçen dialoğu aktarıyorum:
– Bu kaç erkeğe nasip olur ki?
– Adam durumunu bence kullanıyordu, duygu sömürüsü var.
– Bence adam şirindi, hatta karizmatik bile sayılırdı.
– Bu adam Patrick (John Hawkes), hatırlamadın mı?
– Patrick kim?
– Martha Marcy May Marlene’deki nefret ettiğin adam. (Meraklısına bu filmle ilgili yazmaya başlayı yarım bıraktığım yazı için tık tık MARTHA MARCY MAY MARLENE )
– Hıı…
– Hâlâ karizmatik mi sence?
– Yani… O da bir roldü. Ben zaten Mark O’Brien’ın şirin olduğunu söyledim.
– Patrick’in kim olduğunu hatırladın değil mi?
– ….
Filmin sürpriz ismi seks terapisti rolündeki Helen Hunt. Bu filmi bir kenara yazın derim. Bir de rahibi atlamadan geçmeyeyim. William H. Macy’nin canlandırdığı rahip bence kesinlikle sinema tarihine geçmeli.
Hafta sonunun da büyük kısmını uzun oturuş kıvamında geçirdim. Minimal efor, az hareket.
Dün bir film daha seyrettik. The Whistleblower. Ben söylemişim güya bunu BB’ye. Saraybosna’da savaş zamanında geçen beyaz kadın ticareti ile ilgili bir filmdi. Nereden duyduğumu bile hatırlamıyordum bu filmi. Sevmedim ama dün gece yatarken hâlâ üzerine konuşabildiğime göre ‘demek ki iyi filmmiş’ sonucuna vardım.
Geçenlerde yine BB yle başlayıp benim tek başına bitirdiğim bir de Köpek Dişi filmi vardı size anlatmayı atladığım. Aslında kasıtlı anlatmadım, onu da sevmedim ama iki gün aklımdan çıkmadı. Sevmiyorsam iyi oluyor, demek ki. Mesela aynı şey İklimler için de geçerli. Kitabı okudum, bitti, yazısını yazdım ama bir türlü okunmuşlar kitaplığına kaldırmaya günlerdir elim varmıyordu. İtiraf ediyorum galiba o üç kişi içinden en çok Odile’i sevdim, Phillipe’in iki yüzlülüğünden nefret ettim, Isabelle’in fedakâr, kabullenici tavrından iğrendim. Dünkü yazının özeti sanırım bu son cümle. Bir de dün fark ettim ki, İklimler’le ilgili olarak en az üç versiyon daha yazabilirim.
Gün itibariyle mobil hayata geçtim,pazartesinin gerektirdiklerine karşı koyamazdım elbette.
Okuma listesi yapmak iyi geldi. İklimler’den sonra Flaubert’in Papağanı ile devam ediyorum. Kitap bitince muhtemelen yazarken yine anlatırım ama Madam Bovary de edebiyatın sevmediğim karakterlerindendir. Açıkcası çok da hatırlamıyorum, çünkü okurken acayip içimin sıkıldığı, bunaldığıma dair bulanık bir şeyler geliyor aklıma. Bir de ne zaman Madam Bovary’i düşünsem hep Madam Butterfly diyesim gelir. Neyse, tahminim birkaç güne kadar biteceği yönünde.
Yarın seyahat var yine. Uçakla Adana’ya, oradan da Mersin’e. İki gün, bir gece, üç toplantı. Geçen hafta çok yattım, artık hareket zamanıdır.
Öyle yani…
P.S.1 Yukarıdaki diyalogdan siz ne anladınız bilmiyorum ama sığ bir şekilde film izlediğimiz izlenimine kapılmanızdan endişe ettim. Tabii ki de öyle değil, gayet entelektüel şekilde yapıyoruz bu aktiviteyi.
P.S.2 DogTooth’u daha geniş bir zamanda anlatayım size, içime sinmedi böyle.