Etiketler
Gustave Flaubert, Julian Barnes, kalbim öyle saf ki, kitaplardan sözler, papağan, serdar rifat kırkoğlu, seyahat etmek, yas tutarken sardırmak, yeşil papağan
Okuma listesi yapmak iyi bir fikirmiş, diyebilirim. En azından şimdilik. Böyle bir liste yapmamış olsaydım, arkadaki kitaplar önceden belirlenmemiş olsaydı, bu kitabı okumaktan bir ihtimal pes etmiş olabilirdim. Arkadaki kitaplarla arasında herhangi bir bağlantı yok ya da varsa da ben böyle bir bağlantının farkında değilim. Sadece program yapmış olmaktan ötürü sadakatle ve azimle sonunu görebildim. Bence açık ve dürüstçe bunu söylemekte mahsur yok.
Bu kitabı uzun zamandır okumayı planlamaktaydım ancak bir türlü elim varmıyordu. Buna birinci sebep, daha önce hiç Julian Barnes okumamış olmamdı. Tanımadığım bir yazarı, hele ki bir de övgü üstüne övgü almış, bir o ülke bir bu ülkeden aldığı ödülleri raflarına dizmişse, bir eserinden okumaya başlamak daha da zor oluyor. Az biraz tırsıyorum galiba. Kabul, manasız bir davranış. Mantıklısı, “Bu adam kimmiş, ne yazmış?” diye tüm merakla ve oburlukla saldırmak olabilir.
İşte Julian Barnes da benim için bu klasmana girenlerdendi. Aslına bakılacak olursa listedeki üç isim de bu klasmana giriyor. Onları da zamanı gelince anlatırım.
Yazın Vancouver’a gidiş yolunda Julian Barnes ile The Sense of an Ending (Bir Son Duygusu) sebeb kendilerinin adını eklemek üzere not aldım.
Madem ki, Julian BARNES’a karşı tutukluğum geçmişti, çoktan Flaubert’in Papağanı’nı okumaya başlamış ve bitirmiş olmalıydım. ‘Sen de ne nazlandın,’ demeyin. Okurum ben. Sıradan ama az oburundan bir okur. Bu sefer sorun kitabın konusuydu. Okumamıştım ama arka kapak yazısını okumak gafletinden de kaçınamamıştım. Kitabın temel ekseninde Flaubert vardı ve ben çok uzak geçmişte Flaubert’in tüm otoriteler tarafından yüzyıldan uzun bir süredir kutsanagelmiş Madam Bovary’sini güç bela okumuş ve nedense değil sevmemek nefret etmiştim. Sevmememin sebebinin Madam Bovary olmadığını altını çizerek belirtmeliyim, çünkü kendisine acımakla karışık sempati bile duymuştum. Bu olay daha henüz saf duygularla kitap okuduğum zamanlarda geçtiği için ne yazık ki Flaubert’i neden sevememiş olduğumu analitik verilerle söyleyemeyeceğim.
Yine uzun bir giriş oldu. Yapacak bir şey yok. Üslup bu ve benim için en azından bir tutarlılık göstergesi.
Anlamadığım sebepten Flaubert içimde bulantıya benzer bir his yaratsa da kitabın başından büyük keyif aldığımı söylemeliyim. 50-150. sayfalar arasında zorlandım. Bu biraz da kitabın türünden ötürüydü. Kitap anlatı – deneme türünde ve benim mizacım deneme okumaya pek yatkın değildir de… Spoiler…
Olay şu: Bir adam var, doktormuş, adı Geoffrey Braithwaite. Karısı ölmüş. Karısı bu adamcağazı zamanında bayağı bir aldatmış ama adam karısını sevdiği için göz yummuş. Karısı hastalanıp solunum cihazına bağlı yatarken de sevgisinden ötürü ventilatörün fişini çekmiş. Tabii arkasından yas süreci gelmiş. O da bu dönemi atlatmak için oldum olası sevdiği Flaubert’e sardırmış. Artık işin boyutu ne hale geldiyse siz artık anlayın, Flaubert’in ‘Saf Bir Kalp’ öyküsünde bahsi geçen papağanın peşine düşmüş. Doğal olarak da Flaubert’e dair birbiri ile ilgili ilgisiz, tutarlı tutarsız, önemli önemsiz bir sürü bilgi toplamış. Yaptığı da bizimle bunları cömertçe paylaşmak. Çok safiyane bir davranış.
Bize elindekileri aktarırken de farklı farklı teknikler kullanmış. Mesela Flaubert’in yaşamındaki önemli tarihleri üç değişik kronoloji ile vermiş. Klasik, ayrıntılar ve yazarın ağzından belirli dönemlerdeki düşünceler. Kitabın sonunda okuru yazılı sınava bile tabi tutuyor ve bunları aslında Flaubert’in iflah olmaz bir avukatı olarak, sanki tüm dünya Flaubert’e saldırıyormuşcasına onu büyük bir şevkle savunmak için yapıyor.
Kitapla ilgili orada burada yazılan ortak görüşe ben de katılıyorum. Kitap bütün olarak değerlendirildiğinde tadı damakta kalan bir “edebiyat şöleni”.
Uzun zamandır bir kitapta bu kadar çok yerin altını çizip, sayfa kenarlarına çeşitli notlar almamıştım. Bir de kendimle ilgili çok önemli bir şeyi, buraya yani Defter’e, yazdıklarımla tuğla tuğla Mèmoires intèrieurs umu oluşturduğumu, bir şekilde otobiyografimi inşa ettiğimi öğrendim.. Aslında bu benim gibi birçok blog yazarı için geçerli.
Eee… daha ne olsun?
Birkaç altı çizili satırı da buraya kondurayım da otobiyografime kenar süsü olsun.
İnsanın bir öyküde çok şey okuduğundan kuşkulandığı an, kendini en incinir, en yalıtılmış ve belki de en budala hissettiği andır.
Düz yazıyı en iyi düz mantık değerlendirir.
Sıradan okurların kitaplardan profesyonel eleştrimenlerden daha çok zevk aldıklarını kanıtlayamam; ama eleştirmenler karşısındaki bir üstünlüğümüzü söyleyebilirim size: Bizler unutabiliriz.
Yazarın bilgi eksikliği bağışlanabilir bir günah olmalıdır. (kendime not)
Demokrasinin bütün düşü, proleteryayı burjuvazinin eriştiği aptallık düzeyine çıkarmaktır.
Sanatçı gelecek kuşakları hiçbir zaman yaşamamış olduğuna inandırmayı başarmalıdır.
Ölüm, sanatçıya göre kişiliği ortadan kaldırır ve yapıtı özgürlüğüne kavuşturur.
Üslup, temanın işlevidir. Üslup, bir roman konusuna zorla kabul ettirilmez, tersine ondan doğar. Üslup düşüncenin gerçeğidir.
Kadınlar zayıf olduklarında dolap çevirirler ve korktuklarında yalan söylerler. Erkekler ise güçlü olduklarında dolap çevirirler ve kibirden yalan söylerler (Louise Colet, Flaubert’in uzatmalı sevgilisi)
Öyle yani…
P.S.1 Tamam… Seyahat kitabıydı ve şöyle ya da böyle iyi gitti. Tavsiye eder miyim? Cesaret edemem…
P.S.2 Çeviri için Serdar Rifat Kırkoğlu’na saygı…