Etiketler
belçim bilgin, bkm, film festivalleri, filmin gişe yapması, kelebeğin rüyası, mert fırat, yılmaz erdoğan
BB ile bu filme vizyona girdiği ilk gün gitmek istedik. Saat sabah on gibi on-line bilet almaya çalıştığımda gidebileceğimiz salonlarda neredeyse ya hiç yer kalmamıştı ya da kalan yerler salonun işe yaramaz koltuklarıydı. Sonrasında da bir türlü ayarlama yapadık. Malum, sevgili okur bilirsin, bizim gibi çoluk çocuk sahibi insanların akşam aktivitesi yapması öyle kolay değildir, ciddi bir organizasyon işidir. Hele ki işin içine BB’nin nöbetleri, benim seyahatlerim eklendiğinde bayağı zor olduğunu kabul etmek gerek.
Cumartesi günü benim yine seyahatim vardı, Bursa’daydım. Akşam dönüşün uygun vakitte olması üzerine bir kere daha gitmeye niyetlendik. Çocukları ananeye bırakmak üzere evden çıktık. BB nin aklına dahiyane bir fikir geldi, onu Kozzy’de bilet alması için indirdik, ben çocukları anneme bıraktım ve BB’nin yanına Kozzy’e geri döndüm. Sürpriz BB’nin perdeye üç sıra kala, sıranın başında ve sonunda yer bulabilmiş olmasıydı. Şükrettik halimize. Saati geldiğinde koltuklarımıza oturduk ve seyre başladık.
Sonunda söyleyeceğimi başta söyleyeyim, benim için bu film bir hayal kırıklığı oldu. Muhtemelen beklentimiz fazla yüksekti o yüzden. Filmin bence tek ama tek anlamlı tarafı memlekette bir zamanlar Muzaffer Tayip Uslu ve Rüştü Onur adlı şairler yaşadığını ben dahil birçok kişinin bu filme sebep öğrenmiş olmasıdır.
Filmde beni en çok neyin anlatılacağına karar verilememiş olması rahatsız etti.
– Mükellefiyet kanunu ve bununla bağlantılı olarak o yıllarda Zonguldak’ta madenlerde çalışanlar mı?
– İmkansız bir aşk hikayesi mi?
– Şair olmanın zorlukları, şair ruhu mu?
– Egemen sınıfın alt sınıfa hor gören bakışı mı?
– II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’nin çektiği sıkıntılar mı?
– Verem hastalığının ne illet bir şey olduğu mu?
Az da olsa hikaye anlatmanın ne olduğunu bilen biri olarak elbette tek bir konu ele alınmış olsaydı, güdük kalacağının farkındayım. Ancak yanılmıyorsam yazılı veya görsel hikaye anlatımında temel kural bir ana olayın olması, bunun da yan konularla beslenmesidir. Belki de bu filmde yukarıda saydıklarım ya da atladıklarımdan biri temel konuydu, ben kaçırdım. Olabilir, tabii.. Ben de bir faniyim sonuçta.
Yazılı veya görsel hikaye anlatmanın çok da farklı olmadığını düşünüyorum ve her ikisinde de anlatıcının okura ya da izleyene karşı kibrinden arınmış olmasını önemsiyorum. (benim kitaplara ya da filmlere dair blog yazılarımdaki kibrim elbette bunun dışındadır).
Bir filmde yapımcının, yönetmenin filmle ilgili elbet vizyona girişi sonrasında planları vardır ve nihayetinde çok normaldir. Film yapmak da bir iş (business)tir ve yatırılan paranın kazanca dönüşmesi beklenir. Seyirci de bunu bilir ama romantik duygularla bilmezden gelmek ister. Hal böyle olunca bir taraftan gişe yapmasının planlandığını diğer taraftan çeşitli festivaller ve hatta Oscar’da yarışmasının kurgulanmış olmasını hissetmenin ne yazık ki, romantik seyircinin duygularını incitebilecek nitelikte olduğunu fırsat bu fırsat söylemeliyim.
Film için cidden özen gösterilmiş olduğu aşikar. Gerek çekim planları, gerek görüntülerin kalitesi gerekse film müziği için bayağı çaba sarfedilmiş ama bana kalırsa özgünlük yakalanamamış. Hollywoodvarilik, İtalyan filmlerine öykünme hali sızı şeklinde hissediliyordu. Eminim, “Şimdiye kadar biz neden Hollywood filmleri kalitesinde film yapamıyoruz diye sızlanılmıyor muydu?” diyenler olabilir. Galiba ben özgünlüğü kaliteden bir parça önde tutuyorum.
Bir de filmde Yılmaz Erdoğan’ın senarist, yönetmen ve oyuncu olarak varlığı söz konusu ki, ‘bir kişi her şey olmak zorunda değildir’in ispatı gibi. Böyle düşünmeme sebep büyük ihtimalle Suzan rolünün resmen eş durumu torpili ile Belçim Bilgin’e verilmiş olduğunu düşünmem. Zira bana kalırsa Yılmaz Erdoğan illa aileden birine oynattıracaktıysa bu rolle neden kızına şans vermek istememiş, merak ettim. Bir ihtimal, kızını oyuncu olarak tecrübesiz görmüş olabilir ama herhangi birinin tecrübesizliği bile Belçim Bilgin’in filmdeki özellikle yaş olarak uygunsuzluğu ve ne yazık ki rol yapmadaki yetersizliği göz önünde bulundurulduğunda gayet rahatlıkla mazur görülebilir, hatta bu filmde bu rolde tanınmayan, bilinmedik bir isme yer verilmiş olması takdirle karşılanabilirdi.
Kıvanç Tatlıtuğ’un oyunculuğu konusunda çoğunlukla hemfikirim, oldukça başarılı buldum ancak bundan sonraki işlerinde de benzer yorumların yapılacak olmasından endişeliyim ve bence kendisi de endişelenirse iyi olur. Daha açık söylemek gerekirse bunu takiben yine Kıvanç Tatlıtuğ için “oyunculuğunda aşama kaydetmiş, artık olmuş” gibi yorumlar yapılacak olursa bu sadece ve sadece daha yürüyecek çok yolu olduğu anlamına gelecektir.
Rüştü Onur rolündeki Mert Fırat ise (klişe olacak ama) enerjisini seyirciye aktarmakta bayağı usta bir oyunculuk sergiliyordu.
Filmle ilgili olarak aklıma takılan küçük bir ayrıntı da Mediha’nın hastalığı idi. Ben bir doktor olarak FMF olduğuna kanaat getirdim ama oldukça şüpheliyim. Bilen varsa, konu ile ilgili yorum bırakırsa müteşekkir olurum.
Yeterince uzun bir yazı olduğundan bence artık bundan sonra fazla lafa hacet yok.. Muzaffer Tayip Uslu’nun “Şimdilik” adlı şiir kitabının YKY tarafından filmle birlikte yeniden basılmış olması bile bu filmin bizim için ciddi katkısıdır.
Öyle yani…