Etiketler
emma watson, ezra miller, logan lerman, stephen chaubsky, the american beauty, the catcher in the rye, the perks of being a wallfloer
Bu filmi seyredeli iki hafta kadar oluyor herhalde. Duymamıştım, bilmiyordum. Başlarken tek bildiğim Emma Watson’ın oynadığıydı ki, Emma Watson’ın da bana çok bir şey ifade etmediğini söylemeliyim.
Emma Watson’ı görür görmez hatırladım elbet, Harry Potter’daki Harmonie idi. Anlayacağınız filmin başında sıfır fikrim ve de dolayısıyla sıfır beklentim vardı. Hikayenin esas oğlanı Charlie gibi görünse de onun yanı sıra Sam ve Patrick karakterleri de çok başarılıydı.
Hikayeyi klasik olduğu üzere bıdı bıdı anlatmayacağım. Bu bir ergen hikayesi. Lisenin ilk yılındaki biraz içe dönük Charlie’ye Sam ve kardeşi Patrick’in kol kanat gerişlerinin öyküsü anlatılıyor.
Film bence çok güzel, çünkü içinde bol edebiyat ve bol müzik var. Hepsinden öte eşcinsel bir genç olan Patrick’i canlandıran Ezra Miller, oyunculuk anlamında resmen döktürmüş.
Film bir kitap uyarlaması, hatta senaryo kitabın yazarı Stephen Chobsky tarafından yazılmış, filmin yönetmenliğini ve yapımcılığını da aynı kişi üstlenmiş. Filmin bu kadar iyi olmasının sebebi bence hikayenin daha ilk başında yazılırken yazar-yönetmenin kafasından canlandığı gibi bize aktarılmış olması. Patrick muhtemelen çok iyi tasarlanmış bir karakter ama Ezra Miller oyunculuğu ile eminim bu karaktere farklı bir karizma kazandırmış.
Şimdiye kadar seyreden herkesin kafasında bu filmden tek bir sahne kalacak olsaydı herhalde o da tüneldeki, David Bowie’nin 12 Heroes’u eşliğinde geçen sahne olurdu, diye tahmin ediyorum.
Bazıları tarafından hikayenin Catcher in the Rye ile benzer yönleri olduğu öne sürülmüşse de rahatlıkla farklı olduğunu söyleyebilirim. Ben filmi bir şeye benzetecek olsaydım ve bu tadda bir kokteyl içmek isteydim “ananas parçacıklı, limon dilimli ve nane yapraklı, votkası, buzlu bol” diye tarif ederdim. Baktım barmen anlamıyor, The American Beauty ve The Catcher in the Rye’dan kafan göre karıştır, içine Beatles da kat, ver, derdim.
Film İstanbul Film Festivali’nde oynayacakmış. Meraklısına duyurulur, izlenmeye kesinlikle değer. Yine de benim Amerikan Edebiyatı’na ilgimin beğenimde rol oynamış olabileceğini belirtmeliyim.
Filmde adı, sesi, görüntüsü geçenler için wikipedia’ya bakınız.
İsterseniz açılış olarak buradan başlayabilirsiniz.
Öyle yani…
P.S. 1 Kitabın Türkçe’sinin yakında yayınalanacağına dair bir söylenti var.
P.S. 2 Hikayede geçen en can alıcı cümlelerden biri “we accept the love we think we deserve” ü bir kenara yazmakta fayda görüyorum.
wow dedim cümleye….