Etiketler
Edebiyat Haber sitesi bir süredir bir uygulama yapıyor. İlgilenenlere bir video veriyor ve bu videonun çağrıştırdıklarını maksimum 400 sayfalık öykü olarak yazmalarını istiyor. Editoryal değerlendirme sonucunda seçilenler yayınlanıyor. Bir çeşit atölye çalışması aslında. Ben ilk uyuglamalardan birkaçına katılmıştım ve bu etkinliği aslında o zaman da duyurmuştum.
Sekizincisi yapılan uygulamanın filmini izlemek için tık tık.
Diğer öyküleri okumak için tık tık.
Hepsinden önce benim öykümü okumak istiyorsanız, lütfen buyrun.
İZ
“Aşkların en çok iz bırakanı yaşanmamış olanıdır” diyordu bir yerlerde sözün sahibi. Bizim hiç şansımız olmadı seninle. Biz bu şansı istedik mi bilmiyorum bile. O kadar yakın olup da birbirimizi ıskalamış olduğumuz için kime kızmalı, kimden hesap sormalı?
Artık her şey için çok geç. Yıllar sonra, hiç beklenmedik bir yerde, bir kere daha kısacık karşılaştıktan sonra arkanı dönüp yürüyorsun. Arkandan bakmak istemiyorum. Kaçamak gözlerimi yerden kaldırdığımda sen dönüp tutukça el sallıyorsun. Bir daha ne zaman karşılaşacağımızı sorarken yakalıyorum kendimi. Yıllar öncesine gidiyorum, o akşamın karanlığına doğru çekiliyorum.
İlk ve son, ikimiz için de beklenmedik sevişmemizden sonra seninle mutfakta yerde oturuyoruz. Kokun bana yabancı. Hiç hayalini kurmadığım bir düşteyim sanki. Öyle ki uyanmaktan korkmak bile benden çok uzakta. Hiç el ele tutuşmamışız, tutuşmayacağız da. Ama bunu bilmiyoruz. Sen arasına bir parça peynir koyduğun ekmeğin köşesinden keyifle lokmalar ısırıp ağır ağır çiğniyorsun. Benim elimde sadece bir bardak su var. Yudumlarım küçük ve ürkek. İkimiz de olanlardan şaşkınız. Nasıl olduğunu, ansızın karşı karşıya kaldığımız, bu bitimi belirsiz fırtınada yol alıp almayacağımızı konuşamayacak kadar yorgunuz. Son lokmanı ağzına atıyorsun. Uzanıp elimdeki bardağı alıyorsun. Lıkır lıkır bardağın tümünü kafana dikiyorsun, sıcak bir yaz gününde bir çocuğun susamışlığını dindiriyorsun sanki. Sonrasında olan ise benim bittiğim, tükendiğim an oluyor. Usulca başını omzuma koyuyorsun.
Hiç tanımadığım bir şehirde, senin saçlarını kim bilir kaç kere dağıtmış bir rüzgâr esiyor. Ara sokaklardan geçerken yankılanan ayak seslerin uzaktaki nehirden denize açılmak üzere olan geminin düdüğüne karışıyor. Dans eden, tüy gibi adımlarla gidiyorsun evine. Seni bekleyen kimse yok, biliyorum. Daha ayakkabılarını çıkarmamışken unuttuğun bir şey geliyor aklına. Gecikmiş olabileceğini düşünüp saatine bakıyorsun. Denemeye değer olabileceğine karar verip gerisin geri dışarı çıkıyorsun. Bu sefer adımların kararlı ve hızlı… Yetişmek istiyorsun. Yaklaştıkça koşmaya başlıyorsun. Kaldırımdan aşağı tedbirsizce atıyorsun adımını. Nemli tahta ve sabun kokan, pencereleri tavana yakın bir odada, masanın diğer tarafında oturan adam öyle diyor.
Yaşlanması yakın adamın kemikli, eklemleri fırlak parmakları karton bir dosya içindeki iki kâğıttan birini çekip bana doğru uzatıyor. Adam, kravatını bağlarken çok özenmiş olmalı, diye düşünüyorum. Kâğıdın altına adımı yazıp imzalıyorum. Arkasındaki dolabı açıp boynu ince, küçük kapaklı, gümüş bir kabı masanın üstüne koyuyor. Sessizce, kısa bir süre bekliyoruz. Sormak istiyorum, fırsat vermiyor. Adamın eli nazikçe çıkışı işaret ediyor.
Senin şehrinin ortasından geçen nehrin üstündeki köprünün doğru yer olduğuna kanaat getiriyorum. Usulca küllerini nehrin üstüne bırakıyorum. Elimi cebime atıyorum. O gecenin sabahında unutup gittiğin eşarbını çıkarıyorum. Koklamak istiyorum. Cesaret edemiyorum. Bırakıyorum, küllerinin ardından salınıyor. Denize ulaşmasını diliyorum.