Etiketler
askerlik, benzetmelerin yoğun olduğu anlatımlar, Bin Hüzünlü Haz, Gölgesizler, Hasan Ali Toptaş, Heba, köy hayatı
Bazı kitap yazılarını yazarken bayağı bir tedirgin oluyorum. Hem de öyle böyle değil. Özellikle kendine ait bir hayran kitlesi olan Türk yazarların kitapları hakkında yazmakta zorlanıyorum. Bunun en büyük etmeni küçük bir ihtimal de olsa yazarının okuyacak olması. Saklayacak bir şeyimiz, çekinecek halimiz yok ama yazılanlar iyi ya da kötü de olsa acaba inciten bir yeri olmuş mudur, sorusu bir şekilde insanın yakasına yapışıyor. Bir de okurlar meselesi var. Genel görüşün, hissiyatın aksi ya da onlarla uyumsuz bir şeyler yazıldığında yazarlarını nasıl sahiplendiklerini görmek inasını duygulandırmıyor değil.
Başlıktan anlaşılacağı üzere Hasan Ali Toptaş’ın son romanı üzerine yazacağım bugün. Kendisi ve romanları konusunda uzman değilim. Bundan önce filmi yapılınca Gölgesizler’i okumuştum. Kitaptan sonra filmini izlemeye gönlüm elvermedi. Malum, iyi kitapların filmleri nadiren onlar kadar iyi olabiliyor ve dimağımda kalan tat bozulsun istememiştim.
Bir ara Bin Hüzünlü Haz’a niyetlendim. Bitiremedim, olmadı. İnanın neden, tam hatırlamıyorum. Bir okuyamama dönemime denk gelmiş olabilir ya da sadece sevmemişimdir ama bu kadar basit değildir, eminim. Okumaya başladığımı kolayına bırakmam ki…
Heba’ya gelirsem… Uykuyla uyanıklık, rüyayla gerçek arası bir anlatı bu. Benim gibi rüyalarda uzun metrajlı film süresini zorlayan hatta daha uzunları bile vaki olan birisi için böyle bir anlatının çekici gelmiş olabileceği düşünülebilir. Rüyalarımı severim. Bazen gerçek yaşamımın ayna görüntüsü olurlar.
Konuyu merak edenler bir tık.HEBA (Konu)
Heba, benim için değişik bir okuma deneyimi oldu. İlk yirmi sayfada ‘Yok olmayacak böyle,’ dedim. Zira benzetmelerle yüklü anlatımda her cümlede bir ‘sanki’ ya da ‘gibi’nin var olma zorunluluğundan boğuldum. Sonra Binnaz Hanım hikayesini anlatmaya başlayınca iş biraz değişti, ne kadar aynı sorun aklımı tırmalamaya devam etse de bir şekilde devam edebildim. Böylelikle ellili sayfalara ulaşmış oldum. Tam Binnaz Hanım’a gerçek diye tutunmuşken rüya olmasına bozuldum ama artık kitap hakkında bir beklentim vardı.
Ardından Ziya bir başka rüyaya yelken açtı, çocukluğundan bir yaz gününe çocukluğunun geçtiği kasabaya gitti. Birinci bölümde ortalığa toza dumana katan güvercinin farklı bir haliyle karşılaştı ve sapanıyla onu vurunca anlatımı güç bir kedere yuvarlandı.
Kenan’a askerdeyken yaptığı iyiliğin ne olduğunu bulmak için askerlik günlerine gittiğinde ise, ‘Aman Allah’ım yandık,’ dedim çünkü gerçekten bir askerlik hikayesi okuma niyetinde değildim ama diyebilirim ki bu kitap sadece ‘Sınır’ için bile okunur.
‘Sınır’a başlamak ve kitabın sonuna gelmek yokuş aşağı yuvarlanmak gibi bir şeydi. Her şey kitabın ikinci yüz elli sayfasında oldu ve apansız bitiverdi.
Kitabı bitirdiğimde kafamda bir sürü soru ve itiraz vardı.
– Binnaz Hanım ve hikayesi kitapta niye var? Konunun bütününe katkıları nedir?
– Ziya on altı yıl önce yaşadığı olaydan sonra bir şekilde yaşamını sürdürebilmişse şimdi onu böyle radikal bir karar almaya iten nedir?
– Bir şehirli insan ile sıradan bir köylünün gerçekten dost olabilmesi ne kadar olasıdır? Bence ancak kitaptaki kadar yüzeysel bir ilişki olabilir ve bu durumda Ziya Kenan’ı bir şekilde kullanmış değil midir?
– Yazara göre kitabın asıl hikayesi ‘Sınır’dır ve tek başına kalmasın diye mi diğerleri yazılmıştır?
– Yazar ‘Sınır’ ı yazdıktan sonra ne olmuştur? Bir anda neden sıkılmış, zaten çok da işlevi olmayan Kenan aniden öldürülmüş, bir şekilde apar topar halk galeyana gelmiştir?
Herkes tarafından övüle övüle bitirilemeyen Hasan Ali Toptaş’ın dilini sevdiğimi söyleyemem. Hep söylüyorum, aşırı benzetmelerle,uzun cümlelerle dolu bir anlatımdan en fazla zevki sadece ve sadece yazar alır. Seveni elbette vardır ama ben okurken yoruluyorum ve böylesi bir anlatım benim kitaptan derhal uzaklaşıp kopmama neden oluyor.
Bu kitapta farklı bir Tanrı anlatıcı var. Bahsettiğim süslü anlatım da onun anlatımı zaten. Sınır’ a gelindiğinde olaylar Tanrı anlatıcıdan çok bir şekilde Ziya’nın zihninden akıp geldiği için daha duru bir anlatım söz konusu ki, sanırım bu bölümü de bu yüzden daha çok sevdim.
Karakterlere gelecek olursam, Ziya acısıyla ne kadar kibirlenerek evrilmişse (?! bazen olur öyle, bazı insanların yaşam amacı geçmişte yaşadıkları acı ve dolayısıyla kendisine acıması olur), Kenan o kadar olgunlaşmış bir karakter. Öyle ki, basit düşünen okur olarak insan kendini Kenan’ı biraz daha okumak istemekten alıkoyamıyor ama yazar buna müsaade etmiyor. Ziya köy manzarasının pastoral renkleri üzerine yapıştırılmış fosforlu turuncu, plastik bir top gibi parlıyor. Sanki yan tarafta gürültücü bir aile piknik yapıyormuş da çocukların topu kazara kaçmış gibi. Öyle ki, bir kuş gelip de ne olduğunu anlamadığı bu nesneyi gagalarken top patlıyor. İnceden fıslayarak sönüp otların arasında görünmez olduğunda manzara olağan haline dönüyor ve işte o zaman okur rahatlıyor.
Farkındayım tuhaf, karışık bir yazı oldu. Muhtemelen kitabın doğası böyle gerektirdi.
Öyle yani…