Etiketler
Allah akıl fikir-düstur-izan versin, Ben sizin babanızım, benden dah mi iyi bileceksin, benim dediğim olacak, dediğim dedik çaldığım düdük
Hayatımdan iki kare anlatacak olursam birincisini özetleyen cümle “Ben senin için en doğru olanını düşünürüm,” olurdu. İkincisini özetleyen cümle ise “Sen bu konuda ne düşünürsün?” olur. İlki geçmiş zamanda kaldı. Diğeri ise son on iki yılım, yani Kem’in doğumunun sonrası.
Hani, birileri bir türlü bunun iki ağaç meselesi olduğu konusunda ısrar ediyor ve bir türlü asıl neye itiraz edildiğini anlamıyorlar ya… İşte özetle sebebi o ilk cümle.
O ilk cümle nedeni ile benim içinde olduğum X kuşağı (ayrıntılı açıklama için lütfen bakınız), bir an önce evden gitme telaşındaydı sonra bunun yerini bu ülkeden nasıl olur da gideriz, aldı. Gidenler gitti, kalanlar ise hayatlarına katılan yeni nesili büyütürken ikinci soruyu tercih etti. Hatta bizim anne-babalarımız bu soruyu aşırı buldular ve bizi zaman zaman eleştirdiler.
Benimle aynı kuşaktan insanlara soracak olsak evde minderleri indirip üzerinde rahat rahat tepinmiş olanı ya hiç yoktur ya da sayıca azdır…
… çocuklarımız minderleri sonra kaldırıp yerlerine koyma şartıyla istedikleri kadar zıplayabilirler.
Bizim kuşakta kendi odası olanlarla olmayanları orantılasak, muhtemelen odası olmayanlar fazla çıkacaktır…
… çocuklarımızın odaları ve de dolayısıyla bir evde başka bireylerle yaşarken yaşabilecekleri ölçüde özel hayatları var.
Biz çocukken TV tek kanaldı ve ben her akşam o monoton ses tonuyla anlatılan haberleri izlemekten nefret ederdim. Bizim evde o zamanlar sanki akşam sekizden onikiye çok şey değişirmiş gibi bir de Güne Bakış izlenirdi…
… çocuklarımızın kendi odalarında kendi televizyonları var ve sorumluluklarını yerine getirdikten sonra belrili bir saate kadar canları ne istiyorsa onu seyrediyorlar. Bizim evde kimse benimle yemek programı seyretmek zorunda kalmayabiliyor.
Biz gençken evde bir tane telefon vardı ve o da ya salonda dururdu ya da holde. Kiminle, kim ne konuşuyorsa evdeki herkes duyardı…
… çocuklarımızın ne elindeki iletişim cihazlarını ne de o cihazların sağladığı iletişim modellerinin çeşitliliğini anlatacağım.
Biz gençken kız kıza ya da erkek erkeğe samimi arkadaş olunurdu (bu konuda şanslıyım, karma bir lisede çok güzel arkadaşlarla okudum, kız arkadaşlarım ve erkek arkadaşlarım arasında ayırım yapmak zorunda kalmadım). Bir kız ancak bir kız arkadaşının evine yatıya gidebilirdi (ki bu konuda şanssızım hiç kız arkadaşımın evine yatıya gidemedim). Aksi illâ o iki genç arasında duygusal – cinsel münasebet olduğu anlamına gelirdi…
… gençlerimiz öyle değil, bir erkeğin en yakın arkadaşı bir erkek olabildiği gibi kız da olabiliyor ve aralarında bir şey olması gerekmiyor.
Bize büyürken her şeyin en iyisine bizim layık olduğumuz öğretildi. Bu yüzden hep en iyisi olmak, en iyi işte çalışmak, en iyiyi yapmak boynumuzun borcu oldu öyle ki sistem içinde zaman zaman rekabet ederken vahşileştiğimizi fark etmedik bile. Bir paradoks gibi görünse de çocuklarımıza en iyisini vermeye çalışırken paylaşmayı öğretmek için de çok çaba sarf ettik. Hatta bu konuda manyaklık noktasına bile vardığımızı söyleyebilirim.
Biz çocukken ya da gençken, biraz da koşullar öyle olmak zorunda olduğundan, temel bir ihtiyacımız söz konusu olduğunda, misal yeni bir kışlık mont mu lazım, evin bu işlerine bakanı anne midir, evin mutfak alışverişinin yanısıra çarşıdan-pazardan alır getirirdi. Beğenip beğenmemek değil tartışılmaz, konuşulmazdı bile. Hatta bir beden de büyük alınırdı ki, seneye olsun. Hadi ola ki az edepsizlendik, satın alınma aşamasında beraber gidilirdi ve en fazla iki seçenek olurdu ama biri öyle kötü olurdu ki, mecburen anne-babanın isteği seçilirdi. Oysa biz kızımızın saçına alacağımız tokayı bile ona seçtiriyoruz. Ayakkabı mı alıncaka bütçemize göre önüne ne kadar seçenek koyabilirsek koyuyoruz. İstediğini seçip alıyor ve bu da bize yetmiyor, soruyoruz “Sıcak tutuyor mu, ayağın rahat mı?” diye.
Şimdi az birkaç adım geri atıp da bu iki resme bakınca daha kim bilir kaç fark görülür bilmem ama ben kabaca bir tek şey görüyorum. Biri siyah-beyaz, bilemedin birkaç gri tonu var, sanki hayalet bir kasaba resmi. Diğeri ise çok sesli, heyecanlı, aktif, katılımcı, özgür, güvenli, paylaşımcı, iletişim kurabilen ve rengârenk tek bir nesne ya da özneye benzetmenin güç olduğu ama içimde tanımı net olan bir varlığın resmi. İç karartan resmin içinden diğerine bakılacak olduğunda görülen şey nasıl sıfatlandırılır bilemem ama gördüğüm renkler bana hâlâ umut vermeye devam ediyor.
Her ne kadar üzerine o siyahı çok, beyazı az resmin gölgesi düşse de benim resmimin enerjisi o gölgeyi üstünden kaldırıp atacak kadar güçlü ve sanırım gördüğüm şeyin diğer resimden korkutucu bir canavar gibi görünmesine sebep olan da bu enerji.
Neyse, uzun yazı oldu… Facebook ve Twitter vaktinizi aldım. Kesin ders kaçırmışsınızdır şimdi 🙂
Öyle yani…