Etiketler

, , , ,


KAPLAN2Önce edinmeyi ötelediğim bir kitaptı. Dilimize çevrilmeden çok önce varlığından haberdardım. Yazarı Téa Obreht’in adını 2011 Orange Ödülü açıklandığında bu ödülü kazanan en genç yazar olarak duymuştum.  Orange Prize’ı ise 2008 yılında Elif Şafak uzun listede yer aldığında fark etmiştim. Bu yıl adı da değişmiş, Women’s Prize for Fiction olmuş.

Kaplanın Karısı’nı ötelememin temel nedenlerinden biri önyargılarımdı. Önyargım adını elbette henüz duyduğum bir yazarla ilgili olamazdı. Yazarla ilgili olarak olsa olsa kıskançlık hissedebilirdim ki, bununla da ilgisi yoktu, genç yaşında Orange ya da başka bir ödül kazanmayı hakedecek kadar biriktirmiş, damıtmış ve aktarmıştı. Benim önyargım kitabın konusuna dairdi.

Elbette en güzeli kitabın konusunu bilmeden okumaya başlamaktır ancak kitap seçimlerimizi bir şekilde yönlendirmemiz için en azından iki temel unsura ihtiyacımız var. Birincisi yazarın kim olduğu, ki eğer daha önce okuduğum bir eserini beğendiysem genelde o yazarlar benim için kötü günlerde okunmak üzere saklanması gerekenler sınıfına giriyor, ikincisi de kitabın en azından neye dair olduğu.

Bu kitabın konusuyla ilgili olarak bildiğim, olayların Balkanlar’da, yakın zamandaki parçalanma sürecinde geçtiğinden öte değildi. Savaş hikayelerini sevmem, bir de buna zamanında oralarda olanların türlü çeşit çarpıtılmayla bizlere nasıl aktarıldığını bilmek, çocukken tarih derslerinde Osmanlı toprağı iken Osmanlı’nın halka karşı ultra hoşgörülü davrandığına dair dayatma bilgilerine maruz kalmak ve bu resmi tarih bilgilerinin çoğunun gerçeği yansıtmıyor olabileceğini bayağı bir zaman önce fark etmiş hatta bundan tiksinmiş  olmak eklenince, açıkcası bu kitap bana öyle de çok çekici gelmedi. Elbette Osmanlı işgal ettiği her toprak parçasında tüm köyleri tek tek Müslümanlaştıramazdı ve mecburen varlıklarını oldukları gibi sürdürmelerine göz yummak zorundaydı ancak Türkler ne olursa olsun, yerli halk için işgalci,  devlet olmak adına zaman zaman ağır şiddet ve güç kullanmaktran kaçınmayan bir topluluktu.

Neyse, derin bir soluk ve önyargıları bir kenara bırakma çabası ile kitabı elime aldım.  Evet, kitapta savaş var ama arkada dekor olarak. Kitap yeni ölmüş bir adamın temelde dokuz yaşına, genelde yaşamına ait bir öykü. Bir tıp hekimi olan, her nereye giderse gitsin bir çocuk kitabını cebinden eksik etmeyen, her hafta sonu şehirdeki hayvanat bahçesindeki kaplanı kız torunuyla ziyaret eden sıradan bir adam anlatılıyor. Kendisi gibi tıp hekimi olan torunu dedesinin hayatının sarmallarını dedesinin öldüğü klinikten aldığı mavi torbanın içindeki eşyaların verdiği kuvvetle birer birer çözerken Kaplanın Karısı’nın dedesinin ve hatta kendisinin hayatındaki öneminin ne kadar büyük olduğu gerçeğine ulaşıyor.

Anlatılanlar içinde yer alan söylenceler, efsaneyi çağrıştıran hikayeler yüzünden belki de zaman zaman Balkanlar dekoru benim için silindi. Çoğu zaman çok tanıdık köy sokaklarında yürür, ormanlık alandan geçer, kırlara çıkar gibi hissettim. Dedenin çocukluğunun büyükannesi Vera Anne, hemen hemen her köydeki cevval ebe ninelerden biriydi mesela.

Bir de aklıma geldi, iki baş kişi doktor olduğu için olsa gerek onları daha bir sevdim. Hele kız torun Natalia arkadaşı Zorà ile tıp fakültesinde anatomi dersi için kemik elde etme çabalarında kendi maceralarımı görüp çok güldüm.

Kitabın tek kusuru çevirisiydi. Sürekli “-“ ve virgüllerle bölünen uzun ve devrik cümlelerin kullanıldığı, zaman zaman okumayı güçleştiren bir çevirinin okumayı niyetlenenleri beklediğini söylemem gerek.

Çevirisi kötü de olsa, kesinlikle okunmayı hak ediyor.

Öyle yani…

KAPLAN1