Etiketler
68 Paris, bu işin sonu nereye varacak?, edebiyat kuramı, Ercan Kesal, Gezi Dİrenişi, JAmes Wood, Julia Kristeva, Kurmaca, PEri Gazaozu, Sorbonne'da olaylar
Bu aralar okumalarım yine pek karıştı. Pek adetim olmadığı üzere üç kitap birden okuyorum ve bu bir alışkanlığa dönüşebilir, hissediyorum.
Üçü ayrı telden çalıyor.
Biri uzun zamandır okumayı ertelediğim yani, okunacak kitaplığında en az iki yıldır ikâmet eden Samuraylar. Temelde ’68 Paris’ini dönemin entelektüel çevresi gözüyle anlatıyor. Bir otobiyografik roman. Kitaptaki herkes isimleri değiştirilmiş gerçek kişilikler. Esas kız, Olga ki, kendisi yazar Julia Kristeva oluyor, Sorbonne’da çalışmak, araştırma yapmak üzere Paris’e gelmiş, feminist, dilbilimci ve psikanalist bir kişi olup kitapta Hervé Senteuil adıyla takdim edilen gerçekte Philippe Sollers’in kız arkadaşı oluyor. Şimdilik. İlk elli sayfada neredeyse okuduklarımdan tek kelime anlamadım. Okuması kolay bir metin değil ve bir kere daha kazıyarak, pul pul toplayarak okumak hoşuma gidiyor. Biliyorum, ben böyle okumları seviyorum. Yüzüncü sayfa civarında seyrediyorum ve tam da Sorbonne’ da öğrencilerin “Polis Devleti İstemiyoruz!” sloganları atmaya başladığı yerdeyim, heyecanla olacakları merak ediyorum. Aslında biraz da bu kitap üzerinden Gezi Direnişi’ni yeniden okuma ve hatta nihayetlenmediğini düşündüğümüzde (bence öyle) bir bakıma filmin sonunu öğrenme umudundayım.
İkinci kitabım Peri Gazozu. Kolay, basit, düz bir anlatım. Atıştırmalık çerez gibi. Bir seferde okumak bende iç şişmesine sebep olabilir, o yüzden üç – beş azar azar gidiyorum. Tipik yurdum insanına zamanında toksik dozda maruz kalmış olmalıyım ki, genelin aksine bende, içimde öyle ne yazık ki naif duygular uyanmadı. Bir ihtimal beynimin o bölgesinde geçmişte bir ablasyon durumu olmuş olabilir. Bir de sürekli bir iyi niyet elçisi kıvamında verilen mesajlardan da hafiften bir boğulma hissi yaratabilir, o yüzden bu kitabı böyle arada kıtırdatmak doğru geliyor bana.
Elimdeki son kitap aslında sadece bu günlere has değil. Bir süredir başından sonundan, bazen de ortasından canım nasıl çekerse okuyorum. Bu bilindik bir anlatı olmadığı için bana bu lüksü veriyor. Edebiyat kuramı üzerine yazılmış, Kurmaca Nasıl İşler diye bir kitap. Kurmacayı parçalıyor, bölüyor, alt alta koyup toplayıp çıkarıyor. Kısa bölümlerden oluşuyor. Mesela bir bölümün adı ‘Flaubert ve Avarenin Yükselişi’. Bu bölümde gündelik hayatı Flaubert’in avare dolaşan karakterinin nasıl gördüğü, bir sokakta bir gün içinde olmuş olabilecek aksiyonların avarenin gözünden nasıl üç beş saniyeye sıkıştırılıp ustaca anlatıldığı gösteriliyor. En zevklisi tarafı da kitabın yazarının seçtiği klasiklerden parçalar ki, bunların neredeyse tamamını yıllar önce okumuştum, onları yeniden okurken birkaç satır altta yapılacak çözümlemeyi önden yakalama isteğine sebep olması ve daha sonrasında ‘işte, evet, ben de görebildim’in verdiği mutluluk…
Sonuç olarak benim bu aralar okuduklarımla ilgili söyleyebileceklerim bunlar. Tembelliğimi mazur görün, hepsi hakkında ayrıntılı yazmak gerçekten dikkat ve sabır istiyor ki, onlardan bende şu günlerde pek yok. Var olanla akşama çizkeyk yapacağım. Belki daha sonra Samuraylar’ı anlatırım size ama söz vermeyeyim. Daha Oyun Dürtüsü’nü anlatmadım.
Ben size Kurmaca Nasıl İşler? den nitelikli okumaya ve edebiyatın nasıl hayatla içiçe olduğuna dair iki güzel alıntı yapayım en iyisi. Ha, bir de şarkıyı dinleyip öyle çıkın, hatrım için. Ben iki gündür kaç kere dinledim, bilmiyorum.
Gitmeden Önce için TIK TIK
Aynı anda birden fazla kitap okumaya, bunu becerebilenlere özenmişimdir. Ben bir hikayeye konsantre olup kapılmayı tercih ediyorum, ama şu günlerde aynı senin yaptığını yapasım var. Ne tutuyor beni bilmiyorum. Satürn? Hmpf.
Bazen belki de böyle olmalı… Ama tercihim her zaman tek okumadan yana 🙂
Benim de benim de. Sanırım üst üste Yaşar Kemal ve geçmişin külleri biraz fazla geldi bana bu ara. Kaçamak yapasım var. 🙂
Karışık okumak zor ama maymun iştaha iyi geliyor ama ben her zman kaptırıp gitiklerimi daha çok severim, yani karışık okumalar biraz zorunluluktan.
Samuraylar benim de kaç yıldır kütüphanemde, iyi aklıma getirdin:-)
İki gün önce bıraktım okumayı. Başlamadıysan haberin ola. :-)) Zor okumaları seviyorum ama yok, valla bu acayip dağınıktı, olduramadım. Belki daha sonra, kaldığım yerden …
Tipik yurdum insanına zamanında toksik dozda maruz kalmış olmalıyım ki, genelin aksine bende, içimde öyle ne yazık ki naif duygular uyanmadı. Bir ihtimal beynimin o bölgesinde geçmişte bir ablasyon durumu olmuş olabilir. Bir de sürekli bir iyi niyet elçisi kıvamında verilen mesajlardan da hafiften bir boğulma hissi yaratabilir, o yüzden bu kitabı böyle arada kıtırdatmak doğru geliyor bana… dedim ben de…
:-))