Etiketler

, ,


aile çay bahçesiGeçen hafta sonu Sesil’le çocukları bir avm’de sinemaya götürmüştük. D&R a girince gördüm ve Aile Çay Bahçesi’ni aldım. Sesil mağaza gezerken ben bir kafede oturup okumaya başladım, bitirene kadar da bırakmadım.

Aile Çay Bahçesi bir çeşit ERİŞKİN ERGEN hikayesi. Hikayenin kahramanı Müzeyyen, tipik olarak çocukluğunda asılı kalmış. Buna sebep olarak da annesinin erken (trajik?!) ölümünü ve de dolayısıyla kardeşi Çiğdem’i görüyor. Bir bakıma kolayına kaçıyor aslında. Sonuçta yaşadıkları herhangi birimizin başımıza gelmiş olması olasılığından çok uzak ya da yaşamış olduklarımızdan daha vahim değil.

Dediğim gibi, tipik bir erişkin ergen durumu yani yaş kırka dayansa bile ki, sanırım Müzeyyen en fazla otuz beştir, büyümemekte ve bir şekilde sorumluluk almamakta ısrar etme halidir.

Bodozlama söyleyeyim de kurtulayım… Aile Çay Bahçesi’ni sevmedim. Nedenlerini sıralamak öyle kolay ki… En başta çocukluğum çay bahçesi bol bir yerde, Pendik’te geçti. Bu kadar basit yani… Etrafımdaki kadınlar hep ne kadar temiz oldukları övünürlerdi ve evet, bildiniz… elleri çamaşır suyu kokardı. Belki de çamaşır suyundan nefret ederek büyüdüm ama ne zamanki bir evin sorumluluğu üzerimdeydi, o zaman anladım ki çamaşırsuyu candır. Elime eldiven giymeden çamaşır suyu şişesini elime almadım. Sadece bu ikisi bile benim için yeterliydi galiba. Bir de buna Müzeyyen’in kendisi eklenince gerçekten benim için çok da fazla bir şans kalmamıştı.

Müzeyyen’in annesi yurdum kadının bilindik bir halidir. Durumundan şikayetçidir ama değiştirmek için hiçbir şey yapmaz. İtiraz kabulümdür, yapamaz diyebilir birileri ki, cevabım hazırdır… çaresizliğe sığınmak en büyük korkaklıktır.

Babaanne ise başımın tacıdır. O kadar yani… ve o da yurdumun ayrı bir kadın profilidir.

Baba… Nejat Bey… hani gül gibi karısını evde gözü yaşlı yolunu gözlemeye mahkûm eden, kadir kıymet bilmez, hayta… orospuların peşinde çoluğunun çocuğun rızkını harcayan… hadi kabul edin Meral Hanım (anne) ve babaanne.. el birliği ile onu var ettiniz… eh, o zaman da kaderinize bir zahmet razı olunuz…

Müzeyyen ah… Müzeyyen… sana ne diyeyim ki… sen ne Özlem olabilirsin ne de Çiğdem…

Özlem’le Çiğdem’e gelirsek… hani Çiğdem son perdede sahneye giriyor ama belki de hiç girmeseymiş diye de düşünmeden edemedim, hani  Çiğdem hep Müzeyyen’in bize anlattığı haliyle kalsaymış, biz öyle bilseymişiz onu. Kendini anlatıp ortalığa dökülüp saçılınca pek bir basite indirgenmiş oldu sanki…

Ben okur olarak duru, laf kalabalığından ve gereksiz imge yığıntılarından arındırılmış anlatımı seviyorum. Her ne kadar bana çocukluğumu çağıştıran çok, hatta fazla öğeyi barındırdığı için başta sevmediğimi söylediysem de çatı ve kurgu açısından baktığımda gayet sağlam bir yapı görüyorum ama bir sorun var… kesinlikle bu bir roman değil, uzun öykü… öyle bakıldığında da sorun yok zaten… eğer roman dersek iş değişecek ve üzerine daha çok konuşacak kapılar açılacak…

Yazarı anlıyorum, evet düşünen okur boşlukları doldurmayı sever ve bundan zevk alır ( yazar da ben de bu sebepten Alessandro BARICCO’yu seviyoruz)  ama ne olursa olsun başta dayatılan bir şey varsa da ona göre savunmasını alır, yayıncının derdi onu hiç ilgilendirmez… Twitter’da @yalcintosun ‘un dediği gibi “novella bana öyküyle romanın evlilik dışı çocuğu gibi geliyor biraz, sanırım bu yüzden novellaları çok seviyorum.”

Öyle yani…