Biliyorum, birçok insan otel odalarını sevmiyor. Bunun altında yatan temel sebep sanırım onları ruhsuz bulmaları… Oysa ben tam da bunun için seviyorum galiba onları.
İnsan garip bir varlık. En garip tarafı da sürekli olarak bir şeylere sahip olmayı istemesi. Hatta öyle garip ki, eğer bir şeye sahip olamayacağından emin olursa ondan ölesiye nefret edebiliyor ya da en kötü ihtimalle bunu belirten davranışlar sergiliyor. Bu tekil varlıklar biraraya geldiklerinde ki, iki olmaları yeterli, topluluk olarak var oluyorlar, işte belki de o zaman ziller çalmaya başlıyor.
Buradan kalkar daha kim bilir nerelere gideriz… Ama bu akşam benim niyetim başka…
On yedi yıl, dokuz ay, beş gün önceydi… Tıp fakültesinin dördüncü yılı bitmişti. İki yıldır uluslararası öğrenci değişim organizasyonunun bizim fakültedeki iki sorumlusundan biriydim ve o yıl bir aylığına aynı program dahilinde başka bir ülkeye gidecektim.
Yirmi ikinci doğumgünümde ilk kez uçağa bindim. Uçak bileti paramı kendim vermiştim. Onu da üç yıl önce katıldığım Yıldo’nun Turnike yarışmasından kazanmıştım. Bak, hatırlat bir ara o yarışmayı da anlatmalıyım çünkü yıllar sonra o yarışma sonrasında almam gereken dersleri almadığımı gördüm ve üzüldüm.
Lafı uzatmadan devam edeyim, merak eden onu buna bağlar nasıl olsa…
İsviçre’de, Engadin’de bir hastaneye stajyer olarak gittim. İlk kez evden ayrılıyordum ve babam daha dört ay önce ölmüştü.
Hastaneye gittiğimin ertesi günü bir görevli gelip evraklarımda eksik olduğunu, bunun için sigorta işlemlerimi yapamadığını, sigortasız çalıştırılamayacağım için de ne yazık ki sınırdışı edileceğimi söyledi. Bunların hepsini Almanca söyledi ve ben Nefise Tüzün’den öğrendiğim Almanca ile hepsini kelimesi kelimesine anladım. Halbuki hastane sekreteri , Beatrice, aynı gün inatla İngilizce konuşmayıp Almanca konuştuğunda söylediklerinin hiçbirini anlamamıştım.
O gün İsviçre’ye ayak basmıştım ama deli gibi dönmek istiyordum. Kabuğundan yeni çıkmış civcivden farksızdım. Sırf buna sebep sınırdışı edilmek beni sevindirdi… Ama bir şekilde yelkenleri suya indirmedim, olmazdı, yakışmazdı…
Bekle, dedim. Koşarak hastanenin üst katında bana verilen odaya çıktım. Elimde davet mektubuyla geri döndüm. Komikti, çünkü kağıtta imzası olan kişi benim gibi bir tıp öğrencisiydi, organizasyonun İsviçre temsilcisiydi.
Karşımdaki hastane görevlisi kağıdı evirdi, çevirdi. Bir şey demedi ve gitti. Ben de çatı katındaki odama çıktım. Ya da hayır… markete gittim. Belki bir daha yiyemeyebileceğim cevizli yoğurtlardan almak için…
Sabah uyanınca ilk işim çantamı toplamak olmuştu. Evet, kaderdi bunun adı… İlk defa yurtdışına çıkmıştım ve sınırdışı edilecektim.
Hastanenin misafirhanesinde Dan bir tıp öğrencisiyle kalıyorduk, kalacakmıştık. Odalarımızın kapısı ortak kullandığımız, kullanacak olduğumuz, mutfağa açılıyordu. Müslime süt eklerken odasından çıktı ve benim kapımın önündeki valizimi gördü. Gidiyorum, dedim. Bana o bir gün fazlasıyla yetmişti, eve, onca yıl kaçmak istediğim yere geri dönmek için can atıyordum…
Olmadı…
Ben müsliyi bitirmeden hastane görevlisi elinde geçici sigortamla geldi. Kalıyordum…
Bir gün, kasabanın huzurevi sakinlerinin kulaklarını yıkarken artık evi özlemediğimi fark ettim ve stajımın bitmesine, bir ayın daha dolmasına zaman vardı… öyle devam edebilirdim… o bir göz odada yaşar, tanımadığım yabancı biriyle mutfak ve banyoyu kullanabilir, marketten çeşitli yoğurtlar alır, market kasabına gün önceden 250 gr dana kıyma sipariş edebilir, ocağın dört gözünden birinde önce küp doğranmış soğanı, sonra halka ince kıyılmış biberi ve kıymayı kavurabilir, bir kaşık salça, kıymanın yarısı ve küçük konserve bezelye ile hastaneyi yemek kokusuna boğabilir, hastanede çalışan epi topu beş doktoru bizim misafirhanenin kapısına hazır ola dikebilirmişim… olabilirmiş… gün gelip burun kıvırdığımız bezelye buna muktedirmiş, mümkünmüş…
Bundan sonrasını hiç tasavvur etmedim… insan olarak adapte olabilme halim beni ürküttü…. Yurtdışında tek başıma yaşamaya dair tüm hayallerimden vazgeçtim…
Belki daha sonra… söz vermiş olmayayım ama yine o günlere dair yazabilirim…
Öyle yani…
uyum göstermek ve sağ kalmak hatta gayet huzurla o uyum gösterilen ortamda kalabilmek.. sanırım kadınların özelliklerinden.. “kadın” gibi kadınların..
deney sonuçlarında da vardı..
kadınların çoğunluk olduğu zamanlarda depoda daha az sorun çıkıyordu.. her duruma uyum daha fazla idi..
ben otel odalarını severim..,
ilk yalnızlığım..
finlandiyada..
idi..
ama seninkine benzer şartlarda kalışım.. ingilterede idi..
birisi bildiğin dağ evi villa şale ne dersen o..
diğeri.. duvarları bile silme ihtiyacı hissettiğim beter bir göz odaydı.. ikisine de pek uyum göstermiştim..
yemeğe de konuk çağırmıştım.. =)..
ve bunun bir güç bir beceri olduğunu anlamam.. otuz sene sürdü..
sen daha erken davrandın sanki =)..
sevgilerimle kocaman kucaklayan halimle.
atalet..
Dün evi çok özledim. Kim bilir bu kaçıncı seyahat ve görece bazılarına göre eve yakınım, en azından günde beş uçak filan var. Sydney olsa neyse… Bir şey olduğunda yola çıktım,desem 24 saat…
Bir çeşit kendimi teselli yazısıydı. Hatırla, geçecek diyordum kendime… sonra düşündüm, beni darlayanın ne olduğunu. Tipik Avrupa’da bir Pazar günüydü yaşadığım. Her şey, herkes alışık olmadığım kadar sessizdi. Sonra küfrettim, organizmamızı ne hale çevirdiler, diye. Doğal insanlık halini yadırgar olduk. Kaos yemek, su gibi bizim için yaşamsal oldu, demek diye düşündüm.
Bir blog yazısı da buraya döşerim… Öyle yani…
Öperim, kucaklarım…
Mutlaka yaz, çok sevdim ben o bezelye günlerini 🙂
Yıldo’yu yaz bir de.
Hahhaa… diye gülerdi hatırlıyor musun? Evet yazayım onu da…
Asıl o bezelye günlerinde yazdığım bir defterim vardı. Babama adamış ve ona anlatıyordum, bir çeşit günlük gibi. Ama galiba o defter artık yok, geçenlerde aradım, bulamadım. Bir ara cinnet anlarımdan birinde tüm günlüklerimi yırtmıştım. onu sakladım sanıyordum ama galiba o da gitmiş 😦 Neyse… hatıralarla idare edeceğim artık…
Evet ya, bir de aniden ‘Ne’ diye bağırırdı :))
🙂