Etiketler
lahana, süt, Türk adalet bakanı, tevazu sen her şeysin, İsviçre deniz bakanı, İsviçre peyniri
Geçtiğimiz günlerde İsviçre, Cenevre’deydim. Cenevre’ye ikinci gidişim ve Avrupa’da yaşabileceğimi düşündüğüm yegane şehir. Bunun altındaki temel sebep birçok büyük uluslararası organizasyonun merkezinin Cenevre’de olması ve buna bağlı olarak da birçok milletten insanın şehirde yaşaması. Yani, arada kaynayıp gitmek kolay. Norveç’teki kadar olmasa da oldukça pahalık tek sorun olabilir. Bir de peynirler var tabi… Peynir delisi için cennet gibi bir yer.
Dün sabah kahvaltıda Kem dedi ki, “Anne biliyor musun?” “Neyi?”
Bir Türk bakan İsviçre’de bir davete katılmış. İsviçreli bir bakan bir başka bizim bakana tanıştırmış.
– İsviçre deniz bakanı…
– Hı?! Nasıl olur? İsviçre’de deniz mi var ki, bakanı olsun?
– Sizde de adalet bakanı var…
– ?!?!?
Kem’in anlattığı bu gerçek olduğu şüpheli ama güzel anekdot bana iki olayı çağrıştırdı.
Birincisi, üniversitedeyken yazın bir ayımı İsviçre’de geçirdiğim döneme aitti. Bir dağ kasabasındaydık, ayrılmadan bir hafta önce organizasyonun Zürih’teki iki gönüllü çalışanı bizi ziyarete geldi. Görece ev sahibiydik. Kasabanın sokakalarında dolaşarak onlara etrafı gezdiriyorduk. İçinden 500 m. lik bir caddenin geçtiği küçük bir kasabaydı. Nehir kenarındaki piknik alanıne doğru gidiyorduk. Küçük bir restoranın girişinde orta yaş üstü iki kadın ve iki erkek gördük. Sıradan Avrupalı, gündelik kıyafetlerle hafta sonu gezmesine çıkmış iki çift restoran girişinde menüye bakıyor, biri elinde hesap makinesi ile yemeyi planladıklarının hesabını yapıyordu. Yanlarından yürüyüp geçtik. Onları arkada bırakıp sokağın köşesinden dönerken Zürihli arkadaşımız “Onlardan biri başbakan yardımcısıydı,” dedi. Peter, birlikte staj yaptığım Danimarkalı, gayet olağan karşıladı. Bense direkt dalga geçtiğini düşündüm. “Benzetmişsindir,” dedim. “Eminim, çünkü birkaç hafta önce biz öğrenci temsilcilerini makamında kabul etmişti,” dedi. İçim ezildi. Tevazuya hayran kaldım. Kendi ülkemde olası manzarayı düşündüm, yaşanabilecek kaosu… bir de üniversite öğrencisi olarak değil başbakan yardımcısı, rektörün ne kadar ulaşılması güç kişi olduğunu…
Yıllar geçti ve şu anki işimde çalışmaya başladım. Çok uluslu şirketin Danimarka’daki genel merkezine oryantasyon eğitimi için gitmiştik. Öğlen devasa kantinde yemek alırken kocaman süt tanklarını, üstüne hemen herkesin bardağını kola, gazoz yerine sütle doldurduğunu görünce açıkcası garipsedim. Mesela haşlanmış lahana ve süt, kabul edin çok da parlak bir fikir gibi gelmiyor. Tepsimi alıp bize ayrılan bölümde boş bir yere oturdum. Bir taraftan yemek yiyor bir taraftan da sohbet ediyorduk. Bir ara dayanamadım, Danlar’dan birine öğlen yemeğinde erişkin insanların süt içmesinin tuhaf geldiğini söyledim. Baktı, güldü. “Bence siz daha garipsiniz, yoğurda su ve tuz katıp içecek diye içiyorsunuz. Denedim, çok kötü değil ama başarılı bir fikir de değil. Yoğurt kaşıkla yenen bir şeydir,” dedi. Yani… doğru, onun bakış açısından bakınca haksız sayılmazdı. Bu diyalog şimdi geçse ve ben üstüne ayranın başbakan tarafından milli içecek olarak tescillenmiş olduğunu söylesem, merak ediyorum, ne düşünürdü, ağız dolusu kahkahalarla güler miydi? Muhtemelen.
O zamanlar Defi bir buçuk yaşındaydı. Biberonla fazla oyalanmadı ve direkt bardağa geçti ve kızımın en sevdiği şeylerden biri ana yemeklerde bile süt içmek. Lahanalı olmasa bile bezelye, pilav ve süt gibi kombinasyonlar bizim evin olağan görüntüsü artık. Büyüdükler hiçbir şeyi kınama başına gelir derler ya… ben değiştiriyorum, hiçbir şeyi garipsememek lazım, başa geliyor, biliyorum.
Öyle yani…
foto: selimtuncerblogspot.com
Bizde ulaşılmaz olmak en büyük marifet malesef.
Şu kınama işine gelirsek. Kocamın üstüne yoktur, diyelim bir şeyi kınadı ya da o konuda asla olmaz diye büyük konuştu.O’nun ağzından çıkar bize yapışır:)
Hoşgeldin tekrar.
Geldim de Pazar yine gidiyorum. Senenin hızlı kapanışı galiba…
Senin başbakan yardımcısı anına ek iki hikayem var, naçizane.
On küsür sene evvel Atina’da Yorgo Papandreu Dışişleri Bakanı’yken bir Pazar günü şehrin göbeğinde tek başına kitap alışverişindeydi. Yunan dostlarım farketmemişlerdi, ben tanıyıp atlamıştım nasıl olur diye. Hangisine daha hayran olacağımı bilememiştim.
İkincisini de bir arkadaşım anlatmıştı. Kopenhag’da Tivoli meydanında bir sokak gösterisini izlerken arkadan seyircilerin kibarca fısıldayarak ‘lütfen yol açın, biri geliyor’ (please make way, someone’s coming) demesi ve yanlarından bir başlarına kraliyet kadınlarının geçmesi. Bu kadar. Someone’s coming. Hello someone. 🙂
Sesin çıkmıyor. Yoğunsun herhalde. Kolay gelsin. Sevgiler..
Seyrettin mi bilmem, daha önce yazmıştım. Borgen’i seyretmek işte bu anlamda insanın içini acıtıyor. Kopenhag’a ilk gittiğimde “medeniyetlerin yüksekliği kaldırımlarınınkiyle ters orantılıdır,” lafının ne demek olduğunu daha iyi anlamıştım.
Sesim çıkmıyor, seyahatler ve toplantılar arasında sıkıştım. Yılbaşı’ndan sonra rahatlarım biraz. Bir de yazmak konusunda isteksizdim, öyle olunca çok zorlamadım kendimi. Sevgiler..