Kitap girişlerindeki epigraflar beni tedirgin eder. Basitçe, yazar sanki daha başında okurunu sınamak ister ve der ki, “Bak bence bu laf benim demek istediklerime ‘cuk’ oturuyor.” Bazı epigraflar insaflıdır, okuru fazla zorlamaz, hele ki yazar bir akım içinde eserlerini veriyorsa okur için bir giriş kapısı niteliğini taşıyabilir. Okurun söz konusu akımdan bi haber olması ya da yazarı ilk kez okumasına bağlı olarak hangi akımdan bahsedildiğini bilmemesi halinde işi zordur, yine kapı duvar durumu ile karşı karşıyadır.
“Kimi zaman, belirli kişilerin, karşıt dünya görüşlerini savundukları novellalar karşımıza çıkar. Bu durum genellikle, birinin ötekini ikna etmesiyle sonuçlanır. Bir görüşün kendi kendine tanıklık etmesi gerekirken, o ötekinin ikna olduğu yolundaki tarihsel sonuç okura verilir. Bu bakımdan, böyle metinlerin bir aydınlanma sağlayamamalarını, şans olarak görüyorum.”
SØREN KIERKEGAARD ( Ya / Ya da)
Al, işte buyur, buradan yak…
Bu durumda yapılacak en iyi şey epigrafa aldırmayıp devam etmektir. Ben öyle yapıyorum.
Sabine ve Helmut, kendi aralarında bir denge tutturmuş, orta yaşları geride bırakmış bir çifttir. Yıllar her ne kadar onları birbirlerine benzettiyse de bazı farklılıklarını korumayı başarmışlardır. Yıllardır yapageldikleri tatillerinden birinde Helmut’un çocukluk ve ilk gençlik arkadaşı Klaus ve onun genç, ikinci eşi Helene ile karşılaşırlar. Helmut’a kalsa bir şekilde bu karşılaşmayı savuşturacak ve tatil rutinine geri dönecektir ancak buna başta Klaus ısrarcı, sonra da Sabine uyumlu kişiliği ile izin vermez. Bu karşılaşmanın ardından Helmut ve Sabine’nin tatilinin kalan kısmı deyim yerindeyse Klaus tarafından ‘işgal’ edilir. Helmut, olağan ve durağan halinden zorlanarak koparılır. Helmut’un keyif aldığı ne varsa Klaus’a göre zararlıdır ve ötesinde artık bunlardan Helmut’un ne kadar inat ederse etsin zevk almasının imkanı yoktur. Helmut aynı yaşta olmalarına karşın Klaus’a göre bu hayattan elini ayağını çekmiştir. Akşamları şarabını içmek, purosunu tüttürmek ve Kierkegaard okumak hayatta var olduğuna dair işaretlerdir. Oysa Klaus yaşını göstermemektedir, dinamiktir, sağlıklı beslenmekte ve bedenini daimi hareket halinde, dinç tutmaktadır.
Helmut, Sabine’e göre ders çalışır gibi okur, bu onun yaşam şeklidir. Helmut okuyarak kendini değiştirmektedir, her sayfanın sonundaki Helmut başındakinden farklıdır.
Klaus ise kendini önünde durulamayacak, ürkmüş, kendisi ile konuşulmasına izin vermeyen, önden yaklaşılamayacak bir ata benzetir. Halbuki, Klaus sadece varolmaya çalışmaktadır. Bunu anlatı boyunca gölge misali varlık gösteren Helene, antik tragedyalardakine benzer şekilde son perdede sahneye çıkar ve anlatır.
Bazen okunan kitaplar zamansal olarak tam da yerine denk geliyor. “Ürkmüş Bir At” da öyle oldu. Bir arkadaşımla varoluşçuluk üzerine aynı günlerde yazışmamız evet, tesadüftü ama başka zaman olsa kitapla ilgili farkına varmaksızın atlayacağım ayrıntıları yakalamamı sağladı.
Elbette bu arada bu Kierkegaard kimdi, hani çok da yabancı değildi ama neyin nesiydi değil mi, merak ettim, ordan oraya zıpladım, varoluşçuluk felsefesinin temel ilkeleri ile karşılaştım. Halbuki lisede iki yıl felsefe dersi görmüştüm, ben hiçbirini hatırlamıyordum, yani olağandı bu, neticede fen-matametik öğrencisiydim, aşk olsun İnci, biz dersleri boşlamıştık ama kabul et öğretmen olarak senin de bizden kalır yerin yoktu. Keşke şimdi karşılaşsaymışız seninle, vallahi sıraya yatıp ders boyu uyumazdım.
Son tahlilde Kierkegaard duruma nasıl yorum yapardı bilemiyorum, çok da ilgilenmiyorum ama son söz olsun, kitap bittiğinde başa dönüp de epigrafı yeniden okuduğumda ilkine göre benim için daha anlaşılırdı.
Toparlayacak ve olağana indirgeyecek olursam… okunması gereken bir novellaydı.
Öyle yani…
ben varoluşçuluğu bilmem .. ama her kim “ben kimim burda ne yapıyorum.. ” dediyse arkasından.. “yapmasam olmaz mı.. dünya zaten gerçek mi ki.. eh o zaman ben de olmamış sayılmaz mıyım”lar geldi.. 16lık çocuklar hepimiz ölcez.. dediler.. konservelerdeki Ebilmem kaçlı ürünleri almadığımda.. evde yaptığım yoğurtlara hep aynı tepki.. hepimiz ölcez.. uğraşma.. jenerasyonumuz hangi E bilmem kaçı yediyse yiycez.. okul sınav hayat başarısı hedef kasmak gereksiz.. bundan benimkilerden şikayet ettiğim sanılmasın..
bunu birçoğunda gözledim.. etkisiz eleman olmayı kabullenmiş hatta özleyen insanlar.. işte bundan..
o ilk.. “ben kimim napıyorum ne yapmalıyım hayatın anlamı nedir” diye sorup ortalığı bulandıranı sorumlu tutarım..
bu arada zavallıcık kitabını okumaya çalışan akşamları purocuğunu şarapcığını içen adamı çok içselleştirdim.. çok üzüldüm ona..
bir rahat yüzü görmemiş.. işgale uğramış yazık..
bu iki yazdığım arasında bir zıtlık var aslında biliyorum ama.. ilk kim dediyse bunu .. ilk soruyu soranı şuçluyorum ben..
budur..
ayrıca şu etiketi de sevdim mi sevmedim mi bilemedim.. bırak beni yerimde jöle kıvamında kalayım.. evet aynen o ruh durumundayım.. ama bu benim jöle kıvamımın birçok kişinin atom karınca kıvamından daha hareketli olmadığımı düşündürmemelidir.. der bir kez daha kendimle zıtlaşmış olurum…
sanırım ben gidip varoluşçulukla ilgili bir yazı yazmalıyım ve belki o zaman kafamı bir düzene de sokmuş olurum…