Etiketler
3. sayfa haberleri, cehaletten cürete giden yol, kaybedecek bir şeyi olmayanlar, namus kimindir?, toplumsal şiddet, şiddetin türevleri
Son yazımda belirttiğim gibi bu aralar novellalardan gidiyorum ve bu okumalar halen devam ettiğim Vahşi Hafiyeler’in arasına parça atmak şeklinde oluyor.
Yılların okuru olarak novella nerede biter, roman nerede başlar biter pek emin değilim. Bir de novelette var, mesela. Science Fiction and Fantasy Writers of America’nın kriterlerine göre 17.500 – 40.000 kelime arası novella olarak kabul edilyormuş. Benim bilgi dağarcığıma göre de 60.000 kelime ve üstü roman sayılıyor.
Antabus, kapağında roman yazıyor olsa da bence bir novella. Hikaye baş kahramanın dilinden anlatılıyor. Leyla’yı onbeş yaşında, İstanbul’a Anadolu’dan göç eden bir ailenin kızı olarak tanıyoruz. Aslında evden dışarı burnunun çıkartılmasına izin verilmezken eve bir az daha para girsin diye konfeksiyona işçi veriliyor. Bundan sonra olaylar tipik bir üçüncü sayfa haberi olarak ilerliyor. Ana çatı olarak baktığımızda ne bir virgülü eksik ne de bir noktası fazla.
Üçüncü sayfa haberlerini hep ürpererek okumuşumdur, beni hep tedirgin etmiştir. Beni tedirgin etmelerinden öte bu haberlerin hepsindeki ortak özellik, cehaletin cüreti endişelendirir. O haberlerde kaybedecek şeyi olmayanların dürtüselliklerinin ne kadar güçlü olduğunu, bunun tam aksi bir vurdumduymazlıkla nasıl perçinlendiğini görürüz. Garip bir şiddet bağımlılığı vardır sanki o haberlerde. Şiddete uygulayan da uygulanan da ihtiyaç duyar, çünkü bir şiddet o haberlerde bir tür varoluş dayanağıdır ve bu kısır döngüde şiddete maruz kalanlar en çok hırpalananlar olsa da asıl yarayı toplum almaktadır.
Beni o haberlerde en çok yoğun cinsellik içeriği şaşırtır ve bizlerin aklımıza gelemeyecek şeylerin, hard core niteleyeceklerimizin gündelik hayatların bir parçası olmasına inanamam. En çok zedelenmiş değer namustur. Namus için cinayetler de işlenebilir, para için en yakınları başkalarına peşkeş de çekilebilir. Üçüncü sayfa haberlerinde yaşam sabah işe gidip akşam koştur koştur evine gelen, eğitimli, ekonomik refahı olan, artık öyle bir sınıf da pek kalmadı ama eski tabirle burjuvalara göre had safhada marjinaldir ve kendimize baktığımızda ne kadar muhafazakâr, konzervatif yaşamlar sürdüğümüzü gösteren bir ayna gibidir.
Antabus’ta Leyla’nın sağlam ironik, hatta sarkastik anlatımıyla başına gelenleri okuyoruz. Daha ilk sayfalarda yazar elimize Leyla’ya dair bir son veriyor. Sonra sanki içine sinmiyor bu son ve Leyla’nın hayatında alternatif bir sayfa açıyor. Filmi başa sarıyor ve ilk sona kadar olan kısmı anatıyor, o noktadan sonra devam ederken alternatif sonun ilkinden daha iyisi olacağına dair hiçbir umut vaad etmiyor. İlk başta eğreti duran Leyla karakteri giderek oturuyor ve okur için içselleştirilmesi daha mümkün bir hal alıyor ama anlatıda Leyla’dan daha başarılı oluşturulmuş bir karakter var, Ülker Abla. Hem karakter olarak daha fazla ayakları yere basıyor hem de her ne kadar hayali bir karaktermiş gibi dursa da gerçek olmaya Leyla’dan daha yakın ve ördüğü iplerin renkleri için kullandığı isimlerden ötürü de kesinlikle sempatik ve orijinal.
Hikaye fazla uzatılmadan, gereksiz karakterlerden uzak kalınarak, sarkıtılmadan anlatılmış olması ile novella olarak çerçeveye tam oturmuş. Anlatımın dili sade ve akıcı, hikaye gereği yer alan argo tabirler yerinde ve abartılmaksızın kullanılmış.
Serenay Şahiner’in daha önce Hanımların Dikkatine adlı öykü kitabını okumuş ve genel olarak sevmiştim ama o kitaba dair yazdıklarıma göz atmadan önce düşündüğümde beni rahatsız eden bir şeylerin kalmış olduğunu gördüm. Belki de görmezden geldiğim bir nokta Antabus’la su yüzüne çıkmıştı. Sanki yazarın kadının kafasında kadınlar ikiye ayrılıyor ve bir tarafa karşı nötr kalırken, hatta daha bir yakınlık kurarken diğer tarafa karşı garip bir öfkesi var. Hayatla nispeten başa çıkabilmiş bazı kadınların yaşamda daha önde olmalarını diğer ezilen, şiddet gören, hayalleri gerçekleşmemiş, beklentileri karşılanmamış kadınlara karşı bir haksızlık gibi görüyor. Antabus’ta bunu “Eli Tez Hemşire” ile yansıtıyor. Yani bu sadece bir his elbette ama ben bu tonu çok sevmiyorum çünkü küskünlük mü desem öfke mi ya da başka bir şey… bu duygunun yersiz olduğunu düşünüyorum. Bu insanların da hayatlarının kendi başına bambaşka zorlukları var ve en önemlisi gelişmiş bilinç düzeyleri ve sorumluluk algıları yüzünden birçok keyfi davranışı, Leyla’nın uyku haplarını içip gün boyu uyuması gibi, yapmak gibi bir lüksleri yok.
Son bir hususa değineyim de bitireyim. Yazarı bir ilacın ticari ismini kitap ismi olarak seçmesinden ve bu ilacı anlatının başat konusu yapmak ve daha başka birçok psikiyatrik ilacı marka adları ile rahatlıkla zikretmek konusunda göstermiş olduğu cesaretten ötürü kutlamak isterim.
Öyle yani…